TANRININ ÇİZDİĞİ GÖÇ YOLLARI

-HÜSEYİN AKIN

“Bu kadar uzun yollar yapılmasın Allah’ım”

GÖÇ GÖÇ OLDU 

Hiçbiri buraya ait hissetmiyordu kendisini. Bu yüzden ateş almaya gelmiş gibi duruyorlardı dünya kapısının önünde. Adları İbrahim, Asım, Bülent, Hayrettin ve Mevlâna İdris olsa da hepsi bu dünyanın kapıya yakın yerine tam yerleşmeyip sadece ilişmiş insanlardı. Âdem bu dünyaya sürgündü. Onun oğulları göğsündeki bu sürgün yarasını iyileştirmek için hep yerini yadırgadı ve daima bir yerden bir yere göçme arzusunu içerisinde diri tutmaya çalıştılar. Mevlâna da Âdem’in sürgün yemiş has evlatlarından biriydi. Hançeresine takılan gurbet acısıyla söyledi söyleyeceğini: “Her gün bir yerden göçmek ne iyi/Her gün bir yere konmak ne güzel/ Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş! / Dünle beraber gitti cancağızım/ Ne kadar söz varsa düne dair/ Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.” 21. asrın Mevlâna’sı gibi Mevlâna dilini kullanan Mevlâna İdris de sürgünden gelip göçe giden insanın talihini en içli biçimde söyleyip göç katarına takılarak gitti: “Hey Gambito biz kimiz? /Seni alıp giden/ Beni alıp giden/ Kim böyle her akşam.” Mızmız dergisinin geçen sayısında (18. Sayı) İyi Şeyler ve Sonsuzluklar” başlığı altında “Şifrelerini Kaybeden Adam”ı anlattığı öyküsünün sonunu “Devamı Gelecek Sayıda” diye bitirmişti. Meğer sevgili şairimizin göç hazırlıkları çoktan başlamış da haberimiz yokmuş. 

GÖÇTÜ KERVAN

Giden içimizden gidiyor. Aslında her kaybettiğimiz insanla birlikte içimiz boşalıyor. Her gün biraz daha yalnızlaşıyoruz. Yalnızlığın tadını çıkarmaya niyet ettiğim zamanlar ilk fark ettiğim şey göçenlerimizin kalanlardan çok daha fazla olduğu gerçeği idi. Her göçenle birlikte çevremiz biraz daha ıssızlaşıp sessizleşiyor. Sanki göçen kurtuluyormuş gibi bu dünyadan, öyle bir hava var. Şehrin meydanları bile böyle durumlarda dağ başlarını andırıyor. Dünyada sıkılmak denilen şeyin kökeninde galiba yine bu var. Herkesin göçtüğü yerin bizim kaldı

ğımız yerden daha neşeli ve de huzurlu olma ihtimalini zihnimizden bir türlü atamayışımız yaşadığımız hayatı çekilmez kılıyor. Her göç edenle birlikte sırasını bekleyen mahzun bir yolcu fotoğrafı oturuyor çehremize. Göçenlerin derin unutuşuna mahkûm olmak ne hazin bir şey. Dünyada kalanlar dünyadan gidenleri her fırsatta hatırlayıp hatırlarında tutarlarken dünyadan gidenlerin göçtükleri yere dair geriye dönük bir hafızaları yoktur. Burası neresi? “Ben neredeyim?”, “Ne zaman gelecekler?”, “Sonra ne olacak?”, “Sonra ne olacak?”, “Kaç kişi kaldık?” …gibi sorular zihnimizin dört duvarını işgal eder. 

GÖÇ KUŞAĞI 

60-70 arası kuşak yoğun göç kuşağı olarak bilinir. İstanbul taşı toprağı altındır. Yatağı yorganı sırtlanıp soluğu orada almak lazımdır. Göçmek kırsalın çilesinden, yokluk ve yoksulluğundan kurtulmak demektir aynı zamanda. Kahir ekseriyetimizin içli ve dokunaklı göç hikayesi vardır. Çocukluk yıllarım hep bu göç ve gurbet havasını teneffüs ederek geçti. Sinop’ta köyde 7 çocukla bir toprağın bekçiliğini yapan annem diğer taraftan belli aralıklarla beni de yanına alarak meşakkatli uzun yolculuklarla İstanbul’a babamın Kağıthane-Sanayi Mahallesi’ndeki tek oda gecekondusuna taşınıyordu. Annemle yaşadığımız Sinop-İstanbul yolculuğu çocukluğumun en belirgin fotoğrafıdır. Bu fotoğrafa her bakışımda bir şeylerin eksik olduğunu hatırlarım. Bazen bir türlü bir araya gelmeyen ailenin iki ucu, kimi zaman Sinop’la İstanbul arasındaki uzlaşmaz mesafe, kimi zaman da fotoğrafta yerini yadırgayan insanların unuttukları gülümseme. Bu siyah-beyaz fotoğraf ömrümle ördüğüm hayat hanesinin duvarındaki yerini hep korumuştur. Çamura saplanan tekerlekler, patlayan lastikler, gücü yeten yetmeyen bütün otobüs yolcularının arkadan itekleyerek yürütmeye çalıştıkları, ömrünü çoktan tamamlamış otobüsler, her virajda midesi ağzına gelen, kolay kolay köyünden dışarı çıkmadıkları her hâlinden belli olan yolcular ve mola yerlerindeki kesif mandalina kokusu beni daha bugünden o günlere götürmeye yetip artıyor. Otobüs camından hızla akan manzarayı yakalamak için yukarılara doğru tırmanırken o zamanki çocuk ruhuyla sormaya çalıştığım sorunun ne olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum: Nerden gidip nereye gidiyoruz? Bu bir türlü yerine yerleşemeyen insan manzarası çocukluğumun son demlerine kadar sürmüştür. 

GÖÇ MANZARALARI 

Aslında 1960 sonrasına ait göç manzaraları hep birbirine benzer. Bu, gözüne kestirdiğin yere gidip yerleşmek gibi olup biten bir olgu değil, devam eden bir hadisedir. Çocukluğumun penceresinden baktığımda görünen o ki ne İstanbul’da tutunma mücadelesi veren babam ne de Sinop’ta ocağı tüttürme vazifesini üstlenmiş annem ve onun eteği etrafında toplanmış kardeşlerin hiçbirisi bulundukları yerde karar kılmış değiller. Ayaklarımızın altındaki tekerlek bizi sürekli bir yerlerden bir yerlere taşıyıp duruyor. Şimdi anlıyorum ki ancak sınırlı arazi ve ekim imkânlarına sahip 7 çocuklu bir babanın köyünde yaşadığı olay sosyal anlamda bir toprak kaymasıymış. Bu kayan toprak en çok da annemle birlikte beni İstanbul’un en ücra köşesine Kağıthane-Sanayi Mahallesi’ne sürükleyip durmuştur. Gönlüm hâlâ o şirin dağ köyünde, yılların eskitemediği o ahşap evde kaldığına göre, sürüklenme devam ediyor demektir. Tevekkeli değil bizim kuşağın hemen hepsi “Ne yapıyorsun ne var ne yok?” sorusuna “iyiyim” demekten çok boşuna “Yuvarlanıp gidiyoruz” dememişlerdir. 

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacaktır.

YAZMAYA BAŞLAYIN VE ARAMAK İÇİN ENTER TUŞUNA BASIN