TARLA KUŞLARI

-SELİM ERDOĞAN

Rüzgârın duvarlarına çarparak son bulduğu karşı tepedeki şu kerpiç evin cumbalı üst katında geçti çocukluğum. Pencereden baktığım zaman gözüme ilk çarpan dedemin mezarı olurdu. Gösterişsiz, her iki başında sade taş olan bir mezar. Babam gölge olsun diye gençliğinde kendi elleriyle diktiği çınar yapraklı bir akçaağacın hemen dibine defnetti dedemi. Rüzgâr estiğinde ağacın o geniş yapraklardan çıkan hışırtıları işitmek hepimizi farklı âlemlere götürürdü. Babam bile isteye buraya defnetti dedemi. Şehrin azıcık dışında yükselen mutantan tepenin sisli yakasındaki son evdi bizim evimiz. Akşam olunca uzaktan görülen titrek ışıklarıyla yerleşimi bir çanak şeklindeki şehir, şölen yerini andırıyordu. 

Bilaistisna her gün bahçede annemin diktiği naneleri iki elimle ufalar, avucumu kapayıp koşarak bıldır güz vurgunu yemiş babaanneme götürür, burnuna yaklaştırıp birden açardım. Bir gülüşme dolardı odaya. Ablam da hemen arkamdan dalar “Dedemi suladım babaanne, meraklanmayasın!” derdi. Avuçlarımdan nane kokusunu içine çeken babaannem de “Aferin oğluma, kızıma, dedeni de bostanı da sıcaklar başlamadan erken saatlerde sulayın kuzularım benim,” der gözlerini yumup tespih çekmeye devam ederdi.

Ölümün izini sürmeyi böyle öğrendim babaannemden. Ben gider dedemden haber getirirdim babaanneme, benden sonra da ablam. Kınından çıkmış acı başını çoktan yaslamıştı babaannemin omzuna. Oturduğu sedirden pek kalkmaz, en fazla sundurmaya kadar iner 

iki elini tahta kapının kasasına dayar oradan rüzgârın sesine kulak kesilirdi. Sonra sırtını çınara dayayarak çömelmiş dua eden babama seslenir, içeri çağırırdı. Tülbendinin düğümünü sıkılaştırır sonra, bir elini beline yerleştirir diğer eline zümrüt yeşili tespihini dolar tahta merdivenin tırabzanına tutunarak yukarı çıkarken kaybolurdu gözümden. Annem mi nerede, annem günün her saati mutfakta ya da temizlikte. Çünkü hayat uğrun uğrun ağlamayı düşürdü onun payına da.

Böyle işte, babaannem sık sık “Oğul kuruyan bir ırmağın yatağında unutulmuşuz biz!” derdi. “Artık ne arayanımız olur ne de soranımız,” Pencereden başımızı azıcık yukarıya çevirip baktığımızda görünen telefon direkleri arasında gerili hatlara sıra sıra dizili tarla kuşlarını işaret ederek “Afili yaşamak bizden onlara kalmış işte,” derdi. 

Afili yaşamak nedir hiç bilemedim ben. Ben sanki babaannemin elinden düşürmediği albümdeki soluk fotoğrafların birinden fırlamıştım yaşamaya. Ömrünü bize emziren babaannemle birlikte biz de bir şey anlamazdık. Dedem neden vardı güz günlerinde, şimdi neden yok. Babaannem “Henüz çözemedim sırrını derdi, dilimin ucunda amma henüz çözemedim oğul, az kaldı az, sabredin, bizde sabırsızlık diz boyu, baban da altı ay sabredemedi aha bu karnımdan kaçtı!” der gülerdi. Babaannem için sıkça örnek olarak verdiği bu altı ay sürenin insanın sabırla bekleyeceği en uzun süre gibi bir anlamı vardı sanırım. 

Dedemi defnettiğimizde babaannem tahta bir sandal

yede oturarak izledi bizi. Aksilik ya, kuşluk vaktinde başlayan ikindi saatinde şiddetini artıran bir çıvgının ortasında kalmıştık. O gün babaannem o kadar ıslandı ki üç hafta hasta yatağından çıkamadı. 

Babaannem sırtına aldığı gibi heybesini tamı tamına dedemden altı ay sonra pencere eşiğinde kolunun üzerine başını sağa yatırarak bir ikindi vakti gözlerini yumdu. Elinde zümrüt yeşili tespihiyle. Onun defnini ertesi güne bıraktık. Bu defa bitkin olan babam tahta sandalyeye oturdu. Mezarını saatlerce uğraşarak annem, ablam ve ben kazdık, dedemin yanına defnettik bir ikindi vakti. İnanılır gibi değil ama yine bir çıvgının ortasında kaldık, annem bize yağmurluk giydirmişti, babamsa tahta sandalyesinde otururken bir güzel ıslandı. Sırılsıklam. 

Rüzgârın duvarlarına çarparak sustuğu tepede kurulu kerpiç bir evin cumbalı olan şu üst katında geçti çocukluğum 

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacaktır.

YAZMAYA BAŞLAYIN VE ARAMAK İÇİN ENTER TUŞUNA BASIN