İNSAN NE İÇİN BİRİKTİRİR?

-Cengizhan Orakçı

Tolstoy ‘un hikâyelerinden birinde insanoğlunun ezeli aç gözlülüğü anlatılır.

Şeytanın kışkırtmalarıyla “daha çok toprak” peşine düşen hikâye kahramanı elde ettikleriyle bir türlü yetinmez. Her seferinde daha büyük bir arazinin peşine düşer. Hikâyenin kahramanı olan Pahom, en sonunda Başkurtların bölgesine gelir. Başkurtların çok verimli tarım toprakları olduğunu öğrenmiştir, üstelik topraklar bomboş yatmaktadır. Başkurtların reisine isteğini söyleyen Pahom, reisten olumlu ve ilginç bir karşılık alır.

Reis günlüğüne bin ruble ister. Güneşin doğuşundan batışına kadar, çevresinde gezebildiği kadar arazi Pahom’un olacaktır. Bunu duyan Pahom heyecanlanır, bir günde çok geniş bir alanı dolaşılacağını düşünür.

Reisin şartı güneş batmadan başladığı noktaya dönmesidir. Sabahın ilk ışıklarıyla Pahom reisin şapkasını koyduğu noktadan başlar. Orası da güzel, bu taraf da benim olmalı, şura da arazimin içinde olmalı diye diye, dinlenmeyi bile aklına getirmeden güneşin altında çılgınca koşturan ve belli aralıklarla araziyi kazıp işaretler koyan Pahom, tam güneşin batma anında son bir gayretle şapkaya hamle eder ve oraya yığılır kalır, eli şapkaya değmiştir. 

Reis, bir sürü toprağın oldu diye bağırır. Oysa Pahom düştüğü yerden kalkamaz. Yanına gelen uşağı onun can verdiğini görür. Uşak efendisini iki metreden az bir çukur kazarak içine gömer. 

Tolstoy insanlara, “İşte ihtiyacınız olan toprak bu kadardır, daha fazlası değil.” demek ister.

Özetlemeye çalıştığım hikâyenin tamamını okumak ve ustanın anlatımındaki güzelliği tatmak gerekir.

Evet, insanoğlu açgözlüdür, yetinmeyi bilmez ve hep daha fazlasını ister. 

Toprağına toprak, parasına para katmak ister. İster de ister.

Mutlaka siz de duyuyorsunuz, kimilerinin yüzlerce dairesi varmış diyorlar! Ben, herhâlde bir söylentidir, gerçek olamaz diye inanamıyorum böyle laflara. Bir insanın nasıl olur da yüzlerce dairesi olabilir, benim aklım almıyor bunu, hesabım şaşıyor.

Bu biriktirme ve yığma işinde sanırım bir “branşlaşma” da söz konusu oluyor! Hani koleksiyonerler gibi; kimi pul, kimi tablo, kimi film afişi toplar ya, bu yığmacılar da öyle sanki.

Arsa, arazi yığınlar ayrı; ev, daire toplayanlar ayrı; araba, yat, uçak toplayanlar ayrı; altın, elmas toplayanlar daha ayrı gibi.

Bir de sadece para yığınlar var ki bana hep meşhur “Varyemez Amca”yı hatırlatır. Disney yapımı bir çizgi film olan Varyemez Amca, insan biçiminde bir ördektir kendisi, parasını asla harcayamaz, vardır ama yiyemez! En büyük eğlencesi evindeki havuzu altınla doldurup onun içinde yüzmek, para ve altın yığınlarının üstünden aşağıya doğru mutluluktan mest olmuş bir şekilde kaymaktır. 1980’lerde çocukları ekran başına çivileyen Varyemez Amca harcayamadığı bu büyük servetine yenilerini katmak için her bölümde yeni maceralara atılıyordu. 

Dünyada nice Varyemez Amcalar yaşıyor. Paralarını yığıp seyretmekten garip zevk alan nice “paramanyak” kişiler dünyanın üzerinde dolaşıyorlar. Para adı verilen o nesneyi elde etmek için insanları sömüren, bunun için gerektiğinde gözünü kırpmadan savaşlar çıkartıp kanlar akıtan “parazalimler” var yeryüzünde.

Çok merak ediyorum, insan hesabını bile yapamadığı, sayamayacağı, hatta hepsini bir arada göremeyeceği bunca parayı ne yapar? Hepsini bir arada göremeyecektir, çünkü paraların en güvenilir bankaların emin ellerinde olması, orada yatması gerekmektedir.

Uçsuz bucaksız arazilerin sahibi olan ve daha fazlasını elde etmek için insanlığından çıkmayı göze alan kişi, sonunda bu arsaları, arazileri ne yapar? Hepsini ekip dikemeyecek, hepsine evler, köşkler yapamayacaktır, hatta çoğunun yerini gidip bulamayacaktır bile. Herhalde tapunun elinde olmasını yeterli saymaktadır. Aslında bu da bir çeşit sanal sahiplik değil midir?

Onlarca, yüzlerce katı, evi, köşkü olan ve daha fazlasını ele geçirmek için koşturan insan bütün bu evleri ne yapar? Her gece gidip birinde mi kalacaktır? Eğer böyleyse, bu ne garip bir fantezidir?

Çil çil altınları olan, onları nerede muhafaza edeceğini bilemeyen insan bu altınları ne yapar? İnsanın geceleri uykusunu kaçırmaz mı bu altınlar?

Tostoy’un hikâyesindeki adamı şeytan yoldan çıkarıyordu. Bütün bu tamahkâr biriktirici ve yığıcıları şeytan mı kışkırtıyor dersiniz? İyi de ne kolay kışkırtılıyor, yoldan çıkarılıyor bu insan da canım! 

“Her büyük servetin arkasında, büyük suç yatar.” diyen Balzac, acaba neden böyle bir cümle kurmuştu dersiniz? Her büyük servetle ilgili böyle kriminal bir hikâyenin anlatılması, acaba sadece bir şehir efsanesi midir? Balzac’ın bir bildiği olmalı. 

Ama bildiğim bir şey varsa, insanın sınırsız mal, mülk, para, han, hamam, şu, bu edinmesi yaratılışa uygun değil. Günümüz insanı, neredeyse topyekûn bir hırsla mal edinme çılgınlığına bulaştırıldı! Bulaştırıldık. Çağımızın mikrobu olan bu eşya edinme hırsı ve çılgınlığı insanlığımızı hastalandırdı ne yazık ki. Şimdi bu hastalığın pençesinde kıvranıyoruz. En kötüsü de farkında bile değiliz olan bitenin. Her gün yeni bir eşyanın peşinde koşmaktan bunu düşünmeye zamanımız yok. Evlere yığdığımız eşyanın esiriyiz.

Bunca eşyaya ihtiyacımız olmadığını göremiyor, sürekli alıyoruz. Evlerde eşyadan bize yer kalmadı; odaları, salonları eşyaya teslim ettik.

İnsan, zavallı evet! Acımasız paramanyaklar elinde zavallı! Onların ürettiği ve gerçekte ihtiyacı olmayan eşyaları alarak karşılıklı bir kötülüğü büyüttüğünü anlayamadığı için zavallı. 

Bu arada bir özeleştiri olarak söylemek gerekirse, bu satırların yazarı da bir “biriktirici”dir! Fakat bunun bir “masum biriktirme” olduğunu, hatta insanlık için faydalı olduğunu bile söyleyebilirim. Nedir derseniz, hemen söyleyeyim “kitap biriktiriciliği”.

Kitap biriktirenler, dünyanın en saf biriktiricileridir! Çünkü o selülozdan yapılan nesnelere icabında maaşlarını yatırırlar, kitaplar uğruna çoluğun çocuğun nafakasından bile kestikleri olur. Zararları kendisine ve evlerinedir en çok.

Ama sonuçta bu da bir yığma ve biriktirme işidir! 

Hatta öyle ki altın ve para biriktirenlere göre kitap biriktirenlerin durumu daha vahimdir. Niye derseniz, kısa zamanda evin her tarafı kitapla dolar taşar, bir süre sonra evde kitaptan yer kalmaz.

Uzun zamandır bu kitap biriktirme işinin doğru olup olmadığı üzerinde düşünüyorum. 

Alırken bir servet verdiğiniz kitap, satacak olsanız para da etmez! Arsa, ev, altın gibi değildir maalesef. En kötüsü de pahada ağır olduğu gibi, yükte de ağırdırlar! Bu “ağırlık” meselesi kiracı kitapseverin başının belasıdır. Püsküllü bela hem de. Yeni bir eve taşınırken en büyük dert kitaplardır. Taşıyıcılar kitapları bir gördü müydü, işin şekli de maliyeti de o dakika değişiverir, ücret yeniden belirlenir hatta. Taşınırken kitapların zarar görmesi ise anlatılacak gibi değildir. Başıma çok gelmişliği vardır, iyi bilirim.

Şimdi en masum dediğim biriktiricilik çeşidi olan kitap bile, nihayetinde sahibinin ölümüyle ortada kaldığına göre, gönlüm razı olmasa da, aklım kitap dahi biriktirilmemelidir diyor!

Nasılsa dünyadan giderken, yanımızda bir kitap bile götüremiyoruz.

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacaktır.

YAZMAYA BAŞLAYIN VE ARAMAK İÇİN ENTER TUŞUNA BASIN