VİCDAN II

-SADIK USTA

Antigone Bize Ne Öğretir? 

Toplumsal ahlaki değerlerle vicdanın çeliştiği durumlarda birey ne yapmalıdır? 

İnsan, yaygın ahlaki değerlere uygun davranırken görev bilincine uygun davranmış olur fakat bu sefer de insan vicdanını katılaştırmış olur. 

Tarihin ünlü trajedilerinden biri Antikçağın ünlü yazarlarından Sofokles’e aittir. Sofokles, Antigone adlı eserinde bizi ahlaki ilkelere uygun davranarak görev bilincinde olmakla, vicdanın çatıştığı bir ikilemle karşı karşıya getirir. Her şey Ödipus’un, hiç görmediği ve dolayısıyla tanımadığı babasını öldürüp, sonra da hiç görmediği annesini kendine eş yapmasıyla başlar. Kendisi gibi ondan doğan çocuklar da lanetlidir. Ödipus’un iki oğlu, hükümdar olmak için birbirine karşı savaşırlar. Her ikisi de kent surlarının önünde can verirler. 

Töre mi Vicdan mı? 

Yasa ve törelere göre kardeşlerden biri devlete isyan ettiği için haindir ve cesedi defnedilmeden çürümeye terk edilmektedir. Yasaları ve töreleri iyi bilen kız kardeşleri Antigone’nin vicdanı bunu kabul etmez. Toplumsal yasa gereği hain konumdaki kardeşini defnedemez fakat vicdanı bu duruma isyan eder. O halde kardeşinin ölüsünün üzerine bir avuç toprak atarak onu defnetmelidir. Böylece Antigone, hem vicdanen hem de toplumsal yasa açısından kendinden emin olur ve huzur bulur. Çünkü bu eylemle hem yasayı çiğnememiş ama aynı zamanda kardeşine yönelik vicdani görevini de yerine getirmiş olur. Fakat bu eylem de yasaktır. Bunun üzerine Antigone, dört tarafı duvarla örülmüş bir odaya diri diri gömülür. Bu aşağılamayı kabul etmeyen Antigone intihar eder. İntiharın ardından Antigone’nin nişanlısı olan Prens de intihar eder. Ardından oğlunun intiharına dayanamayan kraliçe de intihar eder. Görüldüğü gibi vicdani bir davranış, birbiri peşi sıra intiharları tetikleyerek toplumda derin bir ahlaki krize neden olur. 

Vicdanla Oluşan Kimlik 

Toplumlar bu tür ikilemler sayesinde yasalarını, ahlaki kural ve ilkelerini yeniden düşünerek düzeltmeye giderler. Toplumların etik açıdan ilerlemesini sağlayan dinamizmin önemli köklerinden biri işte bu tür vicdani davranışlardır. 

İyilik yaparken sevinç duymamızı sağlayan, ama kötülük yaptığımızda da bize ıstıraplar yaşatan duyguların kaynağı, içimizdeki vicdan ve çoğunlukla karşı konulamayan insani otoritedir. 

Düşünür J. G. Gregorii vicdanımızı, suretimizi yansıtan aynaya benzetir. Çünkü ona göre vicdan, “yalan söylemez, insanın zihninde birbirinden farklı düşüncelerin çarpışmasıyla ortaya çıktığı için de tarafsız bir yargıç” rolü üstlenir. Fakat vicdanın tarafsız olduğu savı felsefi açıdan tartışmalıdır. Sonuçta insani davranışlarda tarafsızlık yoktur. Tarafsızlık kayıtsızlıktır. Neticede davranışlarımızın kökeninde birçok farklı amaç (siyasi, kültürel, inançsal) rol oynar. 

Alman filozof Kant’a göre vicdan, “aklın kendini gerçekleştirmek için inşa ettiği ideal bireyin yargıcıdır.” 

Psikanalizin babası Freud’a göreyse vicdan, “insanın olgunlukla kimlik kazanmasıdır.” 

C. Jung ise vicdanı, “karmaşık duyguların sonucunda ortaya çıkan ve hatta çoğunlukla insanın bilinçli davranışıyla çelişen tavır” olarak tanımlar. 

Filozof M. Heidegger’e göreyse vicdan, “varlığın sorumluluğa çağrısı” ya da “hiçlikte kaybolan insanın, özgürlüğe dönüşüdür.” Bu dönüş, aslında insanın kendini var etmesi ve kimlik kazanmasıdır. 

Vicdan sahibi olmak, insan denen varlığın kendini insan olarak var etmesidir. 

Vicdanın Kaynağı 

Kültürel açıdan gelişmiş insanın vicdanı, sadece ahlaki değil, aynı zamanda akıl, mantık ve estetik açıdan da gelişmektedir. Vicdan, çoğunlukla insanın hala acı ve utanç duyduğunun da ifadesi olur. 

Dinler, insanlık tarihinin en önemli kültürel-zihinsel yaratımlarının başında gelir. Bu yüzden dinlerden kaynaklı ahlaki ilkeler

le, vicdani tavırlar bazen üst üste oturabilirler ama birçok kez de çatışabilmektedirler. Dinlerin ortaya çıktığı ilk dönemlerde yoksulların, kadınların, kölelerin ve ezilenlerin yeni çıkan dinlere yönelmesinin sebebi, vicdani tavırdaki gelişmişliktir. Fakat dinler, iktidar oldukları andan itibaren de büyük insani ve kültürel vahşetlerin kaynağı olagelmişlerdir. Bu yüzden din kaynaklı vicdanlar, sanıldığının aksine ikilemden hiçbir zaman kurtulamazlar. 

Yeniden vurgulayalım: vicdanın kaynağı iddia edildiği gibi, ne tanrısal iradedir ne de dinlerdir. Vicdan, birinci derecede toplumsal kültürün gelişmişliğiyle ve yüzyıllar içinde olgunlaşan insanın değer yargısıyla alakalıdır. 

İnsanlar, topluluklar oluşturmaya başladığı andan itibaren önce soydaşına, sonra diğer canlılara ve ardından da kültürel varlıklara zarar verilmemesi gerektiğini uygarlaşma sürecinde adım adım öğrenmişlerdir. 

Vicdan dinlerle ilişkili olsaydı bunun hemen sağlaması yapılabilirdi. Şöyle ki, eğer vicdan, ilahi iradeyle ya da inançla ortaya çıkmış olsaydı, on binlerce yıldır süren ve yüz milyonlarca insanın ölümüne neden olan savaşlara bir de din savaşları eklenmezdi. Kuşkusuz semavi dinlerden önce de savaşlar vardır ancak din ve inançların kışkırttığı nefret ve fetvalarla gerekçelendirdiği savaşlar, adeta ateşe benzin dökerek, savaşlara yeni bir boyut, zulme, haksızlığa ve temelinde nefret barındıran öldürmeye yeni bir meşruiyet kazandırmıştır. 

Toplumsal normlarla çatışan vicdani kararlar, çoğunlukla toplumsal otoriteyle çatışmayı da gerektirmektedir. Geri adım atıldığında ise vicdani sorgulamaya, ruhsal bunalım da eklenmektedir. 

Toplumların ahlaki açıdan gelişmesini sağlayan esas faktör, çatışma durumlarında vicdani sesin yükselerek toplumsallaşmasıdır. Bu açıdan bakınca vicdan ve vicdanın harekete geçirdiği otorite, şüphe duymayı tetikleyen en önemli faktörlerin başında gelir. İnsanın dışa dönük tavırlarındaki seçenekler, gerçekleştirdiklerinden her zaman çok daha fazladır. İnsan bir bakıma, sonsuz seçeneklerini gerçekleştiremeyen vicdanlı varlıktır. Vicdan, tercihlerimizi belirlememize yardımcı olurken, bu arada kişiliklerimizin inşa edilmesini de sağlamaktadır. Birçoğumuz birçok kimlik edinmek isteriz fakat bunlardan çok azına sahip oluruz. Bunun nedeni de vicdandır. 

İnsanlık, milyon yıl boyunca yaşamını sadece basit aletler üreterek güvence altına almıştı. Bu süreçte en yakınındaki soydaşlarıyla birlikte üretim yapıp yeterliliği esas alan tüketime yönelerek kültür ve uygarlık denen süreci adım adım yaratmıştır. 

Vicdanın Yarattığı İçsesler 

İnsan denen canlı varlık, birkaç milyon yıl boyunca diğer canlılarda olduğu gibi yönünü ve uğraş alanını özellikle dış 

de çatışabilmektedirler. Dinlerin ortaya çıktığı ilk dönemlerde yoksulların, kadınların, kölelerin ve ezilenlerin yeni çıkan dinlere yönelmesinin sebebi, vicdani tavırdaki gelişmişliktir. Fakat dinler, iktidar oldukları andan itibaren de büyük insani ve kültürel vahşetlerin kaynağı olagelmişlerdir. Bu yüzden din kaynaklı vicdanlar, sanıldığının aksine ikilemden hiçbir zaman kurtulamazlar. 

Yeniden vurgulayalım: vicdanın kaynağı iddia edildiği gibi, ne tanrısal iradedir ne de dinlerdir. Vicdan, birinci derecede toplumsal kültürün gelişmişliğiyle ve yüzyıllar içinde olgunlaşan insanın değer yargısıyla alakalıdır. 

İnsanlar, topluluklar oluşturmaya başladığı andan itibaren önce soydaşına, sonra diğer canlılara ve ardından da kültürel varlıklara zarar verilmemesi gerektiğini uygarlaşma sürecinde adım adım öğrenmişlerdir. 

Vicdan dinlerle ilişkili olsaydı bunun hemen sağlaması yapılabilirdi. Şöyle ki, eğer vicdan, ilahi iradeyle ya da inançla ortaya çıkmış olsaydı, on binlerce yıldır süren ve yüz milyonlarca insanın ölümüne neden olan savaşlara bir de din savaşları eklenmezdi. Kuşkusuz semavi dinlerden önce de savaşlar vardır ancak din ve inançların kışkırttığı nefret ve fetvalarla gerekçelendirdiği savaşlar, adeta ateşe benzin dökerek, savaşlara yeni bir boyut, zulme, haksızlığa ve temelinde nefret barındıran öldürmeye yeni bir meşruiyet kazandırmıştır. 

Toplumsal normlarla çatışan vicdani kararlar, çoğunlukla toplumsal otoriteyle çatışmayı da gerektirmektedir. Geri adım atıldığında ise vicdani sorgulamaya, ruhsal bunalım da eklenmektedir. 

Toplumların ahlaki açıdan gelişmesini sağlayan esas faktör, çatışma durumlarında vicdani sesin yükselerek toplumsallaşmasıdır. Bu açıdan bakınca vicdan ve vicdanın harekete geçirdiği otorite, şüphe duymayı tetikleyen en önemli faktörlerin başında gelir. İnsanın dışa dönük tavırlarındaki seçenekler, gerçekleştirdiklerinden her zaman çok daha fazladır. İnsan bir bakıma, sonsuz seçeneklerini gerçekleştiremeyen vicdanlı varlıktır. Vicdan, tercihlerimizi belirlememize yardımcı olurken, bu arada kişiliklerimizin inşa edilmesini de sağlamaktadır. Birçoğumuz birçok kimlik edinmek isteriz fakat bunlardan çok azına sahip oluruz. Bunun nedeni de vicdandır. 

İnsanlık, milyon yıl boyunca yaşamını sadece basit aletler üreterek güvence altına almıştı. Bu süreçte en yakınındaki soydaşlarıyla birlikte üretim yapıp yeterliliği esas alan tüketime yönelerek kültür ve uygarlık denen süreci adım adım yaratmıştır. 

Vicdanın Yarattığı İçsesler 

İnsan denen canlı varlık, birkaç milyon yıl boyunca diğer canlılarda olduğu gibi yönünü ve uğraş alanını özellikle dış dünyaya yöneltmiştir. İnsanın kendi içine dönebilmesi, eylemi ve pratiği içinde gelişmekte olan bilincini ve yeteneklerini keşfetmesi; temel dürtülerinin ötesine geçerek sevgi, şefkat, adalet, özgürlük gibi içseslerini duyması ve buna uygun kavramlar geliştirebilmesi için yüz binlerce yılın daha geçmesi gerekiyordu. Bu süreçte insan, ölüm korkusunu yüreğinde hissetmiş, merak duygusunu basitten karmaşığa doğru yönlendirerek bilincini keskinleştirmiş; bildiklerinden, alışkanlık edindiklerinden şüphe duymuş ve böylece insan olmanın da eşiğine adım atmıştır. 

Tam da bu süreçte inançlar, insanın bilinemez olana merak salmasının, zihnin bilgi boşluklarının imdadına yetişmiş ve düşüncede yeni kıvılcımlar çakmıştır. Örgütlü dinler, devletleşmenin eşiğindeki kavimlere varlık olma imkanı sağlamıştır fakat sonra bu dinler baskının, bilinci yok etmenin, savaşların ve sömürünün aracı yapılmıştır. 

Vicdan kavramı, esas olarak toplumsal yaşamla birlikte ortaya çıkmıştır. Her canlı canını ve soyunu korumak için fedakarlık yapar fakat insan bu davranışın üstüne de çıkarak kalbinde (zihninde) ahlaki değer yargıları yaratır. Bunlar toplumsallaşmayla birlikte yeni kuşaklara ahlak ilkesi olarak aktarılmıştır. 

Canlılar canlarını ve soylarını korumak için fedakarlık yaparlar fakat insan, bu doğal dürtünün de ötesine geçerek zihninde doğal ortamda bulunmayan bir değer yargısı da oluşturur: akıl, irade ve vicdan… 

Bu kavramların hepsi toplumda, daha ilk andan itibaren eğitimle, alışkanlıkla, terbiyeyle ve yasalarla öğretilmektedir. Aklın ve bireysel iradenin yürürlükten kalktığı dönemlerde vicdan da ayağa kalkmaktadır. Çünkü insanın “insana duyduğu nefret” en çok bu dönemlerde ortaya çıkmaktadır. 

Her bebek, ilk doğduğu andan itibaren ninni, şefkat dokunuşu, fedakar davranışlarla eğitilir, vicdani davranmaya alıştırılır, iyiliği sevmeye yönlendirilir. Bu davranışlar eğitim, yasa ve terbiye üzerinden, her yeni kuşağa aktarılır. Bugün çocuklar doğdukları andan itibaren toplumsallaşmaktadırlar. Onlara her okuduğumuz ninni, şefkat dokunuşu, sevgi ve koruma eylemi, onlara vicdani duyguların gerekliliğini ve yararını da öğretir. Vicdansızlık ve nefret örnekleri de toplumsal ideallerle ilişkilidir. 

Kuşkusuz zalimliği, ötekileştirmeyi, zulmü, sömürüyü idealleştirir ve normalleştirirseniz, vicdansızlık da yaygınlaşarak toplumsal norm hâline gelir. Faşizm ve dinci bağnazlığa dayalı zalimliklerin kökeni de buraya dayanır. 

Vicdanın temeli ise hümanizmdedir…

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacaktır.

YAZMAYA BAŞLAYIN VE ARAMAK İÇİN ENTER TUŞUNA BASIN