MESERRET OTELİ

ERCAN YILMAZ

Meserret Oteli

Tanpınar, sık sık ziyaret ettiği Haşim’in evinden bahsederken, evin yavaş yavaş kendisi için Baudelaire’in ‘Chambre Double’ındaki sihirli oda gibi bir şey olduğunu kaydeder. İŞTE HER ODASI BÖYLE OLAN BİR OTEL MESERRET OTELİ.

Otel Pascal

Okyanusa kıyısı olmayan bir otel, Otel Pascal. Bir eylül sonu ben de kaldım orada, 101 numaralı odada. Alpler’i gören bir odada. Yaşadığımı itiraf ettiğim bir odada. Yahya Kemal’in Pascal’ın Fikrini Tazmin başlıklı rubaisini lobide okudum: “Bomboş sonu yok dâire her yer merkez/Hallâk ne cânibdedir insan bilemez/İdrâkini yorma zevke dal gülşende/Gülrenk lebinden öpülür duhter-i rez” Pascal’ın hangi fikri? Şu: Daire. Otel’in şeklinin daire olması bir tesadüf müydü? Değil. Ve her odanın bir penceresi otelin iç avlusundaki havuza bakıyordu. Havz-ı hayâl. 

Maridin Otel

Maridin Otel’in Mezopotamya’ya bakan terasında, sonsuzlukla değil adeta zamansızlıkla dolu olduğum bir ikinci vakti kaleme aldığım mektup:

“Sevgili Eco,

Geçtiğimiz ay Mardin Midyat’ta Mor Gabriel Manastırı’nın dehlizlerinde dolaşırken birdenbire kütüphaneyi görme arzusuyla dolduğumu fark ettim. Sanki Mor Gabriel’de değil de Benedict Manastırı’nda ve ben de Melkli Dom Adso idim. Mevsim kasımdı ve henüz hiçbir kitabın sayfaları zehirli değildi.

Sizi, ruhumuzda açtığınız o bereketli ve kutsal yarayı görmeye davet ediyoruz. 

Justiniaus Köprüsü’nde yeni bir Eco ile karşılaşacaksınız. Bu yeni kalp, talihin size hediyesi olacak. 

Benedictus 547 yılının yeşil perşembesinde Monte Cassino’daki altarda ayin sırasında öldü. Neden? Belki bu konuya bir açıklık getirmek istersiniz…

Sizi okulumuz Cemil Meriç Sosyal Bilimler Lisesi’nde, Sakarya’da (İstanbul’a bir 

saat uzaklıkta) ve İstanbul’da ağırlamaktan mutluluk duyacağız.

Hemen hepsi Umberto Eco müptelası olan öğrencilerim ve bizler davetimizi geri çevirmeyeceğinizi düşünüyor, saygılarımızı sunuyoruz.

Not: III. Vittorio Emanuele’nin sorduğu tarzda sorular sormayacağımıza emin olabilirsiniz.”

Pera Otel

Pera Otel’in cafesinde sütlü kahvemi yudumluyorum. İstanbul’da, Pera’da Haşim’in peşine düşüyorum. Anlam veremediğim bir duygu. Anne, şair, sevgili, her şey birbirine ulanıyor. Maskemin altına gizleniyorum.

Haşim bir bakıma, Jansen’in Gradiva adlı eserinde, Norbert’in kendisini büyüleyen kadınsı yürüyüş tarzını bulmak için caddeleri araştırması gibi, muhayyel sevgilinin imgesinin peşindedir. Nasıl ki Norbert, kendisini büyüleyen yürüyüş tarzını Pompei caddelerinde bulmuş ve bunun çocukluk çağındaki sevgilisinin yürüyüş tarzı olduğunu anlamışsa, Haşim de gördüğü tüm manzaralar karşısında ‘anne’sinin güzelliğini arar. Norbert’in rüyâsında Pompei yıkılırken taşa dönüşen Gradiva artık taşlaşmış bir imge ve taşa kazılmış bir bellektir ki Haşim için de benzer bir durum söz konusudur. Pacteau’ya göre “nesnenin gerçekliği (burada kadının gerçekliği, E.Y.) yerine ‘imgesi’ geçtiği zaman, Sartre’ın güzellik deneyimi tasvirindeki nesne açısından büyük bir inkâr vardır.” Kadın artık bedensel varlığı olmayan, taşlaşmış ve zaman içinde alıkonulmuş bir imgedir; yani bir bakıma ölümcül bir güzelliğe sahiptir. Sartre, meseleyi “Güzel bir kadını ya da boğa güreşlerindeki ölümü seyrederkenki gibi” cümlesiyle bağlar; güzel kadını ölümle ilişkilendirerek… Özel ve var olmamanın boşluk duygusu olarak sunulan bir ölüm. Anne’nin imgesel karşılığı doğumu imlediği ölümü de imliyor olmalıdır Haşim’de. Eski bir bilgiyi, bir hatırayı somutlaştıran mutlak eden yani yazı/şiir, artık kadın (anne) yüzünün imgesinin değil, ‘büyüleyici maske’nin (sevgili) temsili olur.

Pera Otel’de kimin maskesiyim ben?

Otel Kafka

Prag’daki bu kargaesk oteli herkes bilir. 2001 eylülünde, bir gece düşümde, Coleridge’i, Kubilay Han’ı yazarken gördüm. Sarı ya da sararmış bir sayfaya. Bir karga tarafından uyandırıldım. Kubilay Han’ın bahçesinin müdavimi bir kargaydı bu. Yağmur yağmadan uzaklara bakmak istemiyordum. ‘Ruhun uzun karanlık çay saati’ne kadar bekledim…

Otel C.

Evet, delirmeyi tasarladığım doğrudur bu otelde. 746 numaralı odada. Günlerce bir bakla tanesine bakmayı deniyorum. Budist ermişlerin gördüklerini göremiyorum yine de. Dünyanın bütün görüntülerini unutuyorum; bu, görmeye başlıyorum mu demek? ‘Bir tek yapıda dünyanın tüm anlatılarını görmek’ mümkün mü? Beyaz bir harmaniye bürünerek yalınayak dolaşmak için fecir vaktinin bana söyleyeceklerini bekliyorum. Delirmeyi tasarlıyorum ama arzuladığım söylenebilir mi? Arzu olmaksızın bir tasarı hayata geçemez mi? 

Bir nim ağacı düşlüyorum; hiç görmediğim bir ağacı yani. Gövdesi, yaprağı, kökü ve gölgesiyle. Bir nesneyi böyle bütünüyle düşlemek, dünyayı dişi bir varlık olarak kavramak demek. Bağdaş kuruyorum, 

rüzgâr ensemdeki nemi kurutuyor, bir karınca serçeparmağımdan koluma doğru aylaklığın tadını çıkarıyor, dilimin ucu sanki bir adamotunun tadına bakıyor. Dünyanın düşselliği deli ediyor beni; bu düşsel durumu sürekli kılmanın yollarını aramalıyım. 

Gaston Bachelard ‘Düşlemenin Poetikası (La poétique de la rêverie)’ adlı kitabının ‘Düşleme Üzerine Kurulan Düşler’ bölümünde, bu hususta kışkırtıcı bir tespite yer veriyor: “Düşler ve düşleme, hülyalar ve hülyalara dalma, anılar ve anılara kapılma, bütün bunlar ruh durumlarımızı belirtmek için kullanılan son derece basit eril adlandırmaların ötesinde, sarıp sarmalayan ve yumuşacık olan her şeyi dişi kılma ihtiyacının birer belirtisidir.”

Bachelard’ın sözünü ettiği ‘düşleme’, ‘hülyalara dalma’, ‘anılara kapılma’dan başka bir eylemlemim yok diyebilirim. Evet, öyle. Bu, dünyayı bir kadın olarak alımladığım anlamına mı geliyor? Delirme tasarıma burdan başlıyor gibiyim. Düşleyen, hülyâlara dalan, anılara kapılan bir deli…

Hotel Mezquita

Divanu’l Ma’arif’in başında, İbn Arabî şiirlerini bu mecmuada toplama sebebini şöyle açıklıyor: “Vakıamda bir meleğin beyaz bir nurla beraber bana geldiğini gördüm. Bu sanki güneş ışığından bir parçaydı. ‘Bu nedir?’ diye sordum. Bana şöyle cevap verildi: ‘Bu Eş-Şu’ara suresidir.’ Onu yuttum ve o zaman sanki bir tüy göğsümden boğazıma, boğazımdan da ağzıma çıkıyormuş gibi hissettim. Bu başı, dili, gözleri ve dudakları olan bir hayvandı. Başı Meşrık ve Mağrib ufuklarını kaplayıncaya kadar genişledi, sonra yeniden küçüldü ve göğsüme geri döndü. O zaman bildim ki sözüm Meşrık’a da Mağrib’e de ulaşacak.” Şeyhü’l Ekber’in rüyâsı da şiir gibi; bazı şiirlerin rüyâ olması gibi…

Hotel Mezquita’da bir meleğin eteklerinden rüyâlar biçtim…

Balbec’te Bir Otel

Balbec’teki otelin asansöründe, asansörün o artık pas tutmaya başlamış aynasında kim bilir kaç bahtsız kendine rastlamıştır. Miraca çıkarken ya da bir kuyuya düşerken… İsa bu asansöre hiç uğramadı… 

Açık Hava Oteli

Sait Faik, lobisi kiraz ağacı olan bir otelde kaldığı gece gördü rüyâsını hayatın, ben uçurum oteli’nde…

Kitap Evi Otel

Burçların üstünde bir otel hayal edebiliyor musunuz? O otelde bir ‘kalb kalesi’? Ben o kalbin içindeki ‘süveydâ’ isimli odada kaldım. 

Bursa’da, Tophane’de, surların üzerinde, ‘kavaklı çınarı’nın gölgesinde, dar kapı’nın eşiğinde… Kağşamış merdivenlerinden yukarı çıktım, koridorun solundaki ilk oda: Süveydâ. Arka bahçeye bakıyor. Çantamı bırakıp sandalyeye oturuyorum, eskitme bir masa. Belki masif. Hûş ağacı? Niçin buradayım? Bunu aynadaki ‘ben’e soruyorum. Defterleri masanın üzerine bırakıyorum, kalemleri de. Mürekkep şişesini kavrıyorum. “Şîşedir bu kırılıp sengsâre düştü.” 

Ve karanlık. Kalbime gömülüyor ‘nûrusiyâh’…

Güneş Otel

Konakladığım her otelin önünde bir mürekkep şişesini kırmayı adet

edindim ben. Tarih 25 Ağustos 2015. Mevsim sonu. Günlerden pazartesi. Güneş Otel’in önünde, bu defa mor mürekkep şişesini kırdım. Otelin önündeki zakkumların dibindeki salyangoza mürekkep bulaştı. Tuttum, kaldırdım salyangozu, elime mürekkep bulaştı. Elimi seyrettim. O gece elimi hiç yıkamadım. Yastığımda, çarşafımda, yüzümde mor lekeler vardı. Perdeyi çektim, pencereyi açtım, güneşi içeri çağırdım. Güneşte akmış bir dolmakalem gibiydi zaman.

Büyük Moskova Oteli

2012’de St. Petersburg’a ilk gidişimde Dostoyevski’nin neredeyse tam karşısına düşen Büyük Moskova Oteli’nde konakladım. Kaldığım odanın koyu renkli ağır perdeleri vardı. ‘Beyaz Geceler’ zamanı olduğu için zamanı kestiremiyordum. Nastenka’nın ağladığı köprüye gittim, seyahat arkadaşlarımı bırakarak. Fontanka Köprüsü. Gece ağlayan bir kıza rastladım ben de orada. Bu köprüde ağlamak moda mı?

Prenses Marie von Thurn und Taxis Hohenlohe’nin Rilke’ye yazdığı 9 Mart 1913 tarihli mektup şöyle bitiyordu: “Ama kim bilir, siz böyle desperate (mutsuz-umutsuz) olmasaydınız, böyle harika şeyler yazamazdınız. Madem öyle, ne yapalım, mutsuz olun, daha mutsuz, olabildiğince mutsuz.”

St. Petersburg’da mutsuzluk değil mutluluktur harika şeyler yazmanın şartı. Burada mutsuz olunur mu bilmem? Dostoyevski mutsuz muydu? Ya Puşkin?

Böyle bir göğün altında, evet, böyle bir göğün…

Kuzeyin Venedik’i demek haksızlık olur St. Petersburg’a. Çünkü adı başka bir şehirle anılmayacak kadar güzeldir o. Benzersiz, biricik…

Hotel J.

Holbein’in ‘Ölü İsa’sının anlamı ne? Bir çarmıhın ağır ağır inmesi ne demek Golgotha’dan? Bir ‘budala’ gibi hissediyorum kendimi; erguvan renkli harmanisiyle otelden otele koşan bir budala. Otelin önündeki ‘kral yolu’ndan ilerliyorum. Çileli bir ekim günü. Yukarı Ren bölgesine, “oyulmuş İsavâri beden figürlerinin sergilendiği mezar nişlerinin bulunduğu kiliseler”i görmeye gidiyorum. Bir yontucu, bir ressam ve bir şair. En sonunda bir gezgin. Oteldeki resim; demek “inanan biri inancını yitirebilir.”

Hotel El Desdichado

‘Ben zifirî karanlık’, kırmızı mürekkeple yazıyor beni gece. Nerval’e bir mektup yazmaya karar veriyorum. Gâh kar yağıyor gâh karanlık. Ölü yıldızlarla dolu gökyüzü. Dürer’in meleğini bekliyorum. Gelsin ve kalemimi öpsün. Rosalia, sen çıplak ayaklarıyla üzümler ezmiş bir azizesin, şimdi söyle şarkısını yitik cennetin, büyülü dağın ve uçan adam’ın… Lobideki kızın yakalığında Aurélia yazıyor…

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacaktır.

YAZMAYA BAŞLAYIN VE ARAMAK İÇİN ENTER TUŞUNA BASIN