BAZI AŞKLAR MEKTUPLARDA KANAR

-HATIRLATMA

1940’lı yılların başıydı.

Bir lise öğrencisinde olabilecek enerjiyle o günlerde gönül verdiği kız arkadaşına duygularını anlatan bir mektup yazmış, mektuba da zamanın yasaklısı Nâzım Hikmet’in duygu dolu dizelerini iliştirmişti. Genç liselinin adı Attilâ İlhan’dı. Kız arkadaşı iki semt ötedeki İzmir Kız Lisesi’nde okuyordu, mektubu sevgilisinin okuluna göndermişti genç adam.

Aradan günler geçmişti ki bir gün dersteyken sınıfa giren okul yöneticileri ve semt karakolu polislerinin arasında buldu kendini. 

Evet, durum anlaşılmıştı.

Önce Kız Lisesi’nin yöneticileri, ardından da genç liselinin öğretmenleri mektubu açıvermişler, aşk kadar siyaset de içeren satırlardaki ‘muhteşem tehlike’yi fark etmişler, milliyetçi ideolojiye ve bayrağa saygısızlık yaptığı ileri sürülen iki sevgiliyi polise ihbar etmişlerdi. 

Kız öğrenci serbest bırakıldı ama Nâzım Hikmet hayranı çocuk hemen derdest edilip gözaltına alındı. Nâzım Hikmet gibi komünist bir şairin şiirlerini okumak hatta yazmak ne demekmiş denilerek emniyet koridorlarında, Sansaryan Hanlarda günlerce darp içinde sorgulandı. Ayrıca bu tür bir öğrencinin akıl sağlığı yerinde değildir diye Manisa Akıl Hastanesi’nde müşahade altına alındı. 

Artık o bir tutukluydu.

Cezaevinde ağır mahkumların, idamlıkların arasında kalıvermişti. İşin aslını, komünizmin ne olduğunu, Nâzım Hikmet adının da şiirlerinin de neden yasaklandığını cezaevinde öğrenecekti. 

Devir yine düşüncenin ‘öcü’ sayıldığı, sanatın prangalandığı devirlerden biriydi 

Kaymakam kökenli babası ve ailesi perişan hâlde oğullarını merak ederken ve aylar hatta yıllar aşılırken Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel imzalı bir ihraç belgesi de gelivermişti önüne.

Ailesine sırt çevirenlerin yarattığı yalnızlık, çevresinde damgalı ve sakıncalı duruma düşürülmesi, okuma hakkının elinden alınması, 

çaresizlik ve travmatik bir dönem! 

Bu şaşırtıcı gerçeği ne yazık ki birebir yaşamıştı. Çok sonra, yıllar yıllar sonra mezun olabilecekti liseden ama o kırıklık hep kalacaktı yüreğinin derinliklerinde.

Bir süre uzaklaşacaktı ülkesinden, Paris’te edebiyatın tam ortasına düşecek; uğruna hapis yattığı Nâzım Hikmet gibi şiire gönül verecek, unutulmaz aşk şiirleri bırakacaktı kayıtlara… Bir kaçış gibi Fransa’ya gidecek ama yıllar boyu, gazeteciliğiyle, senaryolarıyla, eleştirmenliğiyle, yazıları ve romanlarıyla Türkiye’nin kalbine sızacaktı.

İmkânsız aşkların adamıydı, imkânsız aşkların şiirini yazdı. “Ne kadınlar sevdim zaten yoktular” dedi. “Ben sana mecburum” dedi. “O mahur beste çalar, Müjgân’la ben ağlaşırız” dedi.

Şiiri, arabesk tuzağına düşmeden kitlelere sevdirdi. Genç kuşaklarla iletişim kurabildi. 

‘Hangi?’ soru sıfatıyla kitaplaşan yazılarında, toplumsal yapımızın kimi özelliklerini farklı bir biçimde özümseyip bu özelliklerden yaratıcı çözümler üretebildi. 

Gerçeklerimize diyalektik yaklaşabildi; çözümlemelerinde, kimsenin dikkat etmediği küçük bir ayrıntıyı, kimi zaman belirleyici bir konumda algılayıp ilginç yorumlara ulaşabildi. 

Çok güzel bir üslupla konuştu, anlattığını dinletti, ikna etme gücü yüksek anekdotlar aktardı.

Türk şiir tarihinde, çok boyutlu arayışlara yöneldi, şiirsel zenginliği, 

hem dil, hem imge düzeyinde kendi sistemi içerisinde oluşturabildi, toplumcu duygusal tavrı Nâzım Hikmet’ten sonra Türk şiirinde ustalıkla sürdürdü. 

Sinemasıyla, televizyonculuğuyla, gazeteciliğiyle, şairliğiyle sürekli bir yenilenme içinde oldu. Büyük Yolların Haydutu’yla serüvenden serüvene koştu. Tavrıyla ve görüntüsüyle bir şair tanımı yapar gibi yaşadı. 

Kimi Sevsem Sensin kitabının kapağına ‘bütün bir ömrün özeti’ ayrıntısını koyan, on üçüncü şiir kitabını yazmayacağını söyleyen; ‘sevmek için geç, ölmek için erken’ dizesiyle erkeklerin elli yaşından sonra düşecekleri durumu özetledi. 

12 Eylül’ün hemen sonrasında çıkan Sanat Olayı ile kültür sanat edebiyat dergiciliğinde yeni bir kanal açtı. Seçkin kişi rolü üstlenen, halktan ayrı bir dille konuşan, başka zevklere sahip, üstün, kaliteli bir insan görüntüsü sergileyip dar bir çevrede kalan ‘aydın’ kalıbını yıkarak ilk kez bir şarkıcıyı -Muazzez Abacı’yı- dergi kapağına taşıdı ve sivil dergicilik tarihinde bir öncü oldu. 

Osmabey’deki Suna Pastanesi; Beyoğlu’ndaki Baylan ve Bulvar Kafe’nin ardından dördüncü mekânı Divan Pastahanesi’nin isminin yazılı olduğu masasına, her gün elinde çantasıyla gelip gazeteleri karıştırdı, gözlüğünün üzerinden çevresine kısa bir süre göz atarak her gün bir roman sayfası yazdı. 

Kitaplar üst üste bindi, daha ilk kitabından başlayarak çok az şaire nasip olur bir okura ulaştı. Ama insan bir kez mimlenmeye görsün, onlarca sanat insanı gibi o da hep bir olağan şüpheliydi. Yazdıkları didik didik ediliyor, daima bir suç aranıyordu. Tüm zamanlar boyunca tüm şair ve edipler gibi soruşturuldu o da. Gerçekleri yazmaya devam ediyordu hem de cesurca. Daha ne olsundu zaten, o ki liseli yıllarında en büyük tahribatı yaşamıştı, yeniden hapisliği de göze alabilirdi. 

Sonra, 1974’ün Ecevit-Erbakan koalisyon hükümeti döneminde, İsmail Cem TRT’sinde, sohbet programı yaparken kırmızı kaşkoluyla göründü ve “Ben Türkiyeli şair Attilâ İlhan” dedi. Kıyametler koptu, meclise taşındı mesele, bölücülükle suçlanan Attilâ İlhan ve İsmail Cem’in kellesi istendi. 

Bir zamanların devlet destekli milliyetçi Ülkü Dergisi‘nden ‘en iyi şair ödülü’ almış olması ortalığı yatıştırmıştı ama hakaretler kalmıştı geriye. Ki sonraki yıllarda devletin televizyonu ondan sıklıkla dizi senaryosu isteyecek hatta uzun zaman devam eden bir sohbet programı sunacaktı. 

Bu sohbet programında yine sözünü saklamayacak sanatın her dalına yolculuk yapacak, ama sanki hayatın cilvesi gibi her programında

bir Nâzım Hikmet dizesi sıkıştıracaktı araya, on yıla yayılacak o Attilâ İlhan’lı programlar iktidarlar değişse de sürecekti. 

Hayat işte, kendi kuşağının kimi edipleri ve düşünce insanları hatta yeni kuşağın bir kesimi İlhan’in sanatsal ve siyasal fikirlerini kökten milliyetçi ve kökten ulusalcı bulacaktı! 

Sonra, ölüm geldi… Attilâ ilhan 10 Ekim 2005’te hayatını kaybetti. Ölümü, TRT başta tüm kanallarda ilk haberdi; sağcısı, solcusu, ulusalcısı, dindarı, iktidarın Kültür Bakanı Atilla Koç cenazede buluşmuştu. 

Şaşalıydı, devlet töreni gibiydi, kırmızı kaşkollu fotoğrafıyla kendi cenazesini -Türk bayrağına sarılı tabutunu- görüyordu ve gülümsüyordu sanki Attilâ İlhan… 

16 yaşında Nâzım Hikmetli aşk mektubuyla hapislere düşen, Attilâ İlhan, cenazesinde Türkiye’yi bütünleştirmişti! 

Sonra… Attilâ İlhan hariç, herkes kendi evine dönmüştü.

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacaktır.

YAZMAYA BAŞLAYIN VE ARAMAK İÇİN ENTER TUŞUNA BASIN