Y ı l m a z G r u d a:
A r k a d a ş ı m ve Ş a i r i m
HİLMİ YAVUZ
Mekan, insanları çağrıştırabilir mi;- Yılmaz
Gruda söz konusu olunca, evet, bu mekan
Baylan Pastanesi’dir! İlk gençlik yıllarımızın
bellek mekanlarından biri. Ötekiler:
Yenikapı sahil kahveleri; Fatih Kıztaşı’nda Acem’in kahvesi
[Faik Baysal’ı ilk kez orada görmüştüm, sanırım
‘Rezil Dünya’yı yazdığı sıralar. Hiç durmadan sigara içiyor,
önündeki deftere yazıyordu;- yine hiç durmadan!];
ve ‘A’ dergisini çıkardığımız yıllarda, yine Fatih’te, Millet
Kütüphanesi’nin çaprazında, cadde üzerindeki Yıldırım
Pasajı, Yıldırım Kahvesi…
Ama Baylan, anılarımda farklı bir bellek mekanı olarak
yer tutar. Attila İlhan, hiç kuşkusuz, Baylan’ın çekim
merkeziydi: Bizim. En azından benim gözümde Attila
İlhan, tipik bir şair, atipik bir kimlikti: Bir ikon;- giyim
kuşamı, jestleri, davranışları ile! Üstelik henüz otuzlu
yaşlarında, 1955’lerde adı bilinen, dahası Paris görmüş!
‘Paris görmüş’lük, özellikle bizim gibi şair ve entelektüel
olmaya özenen ve yirmili yaşlarını henüz idrak etmiş
yeniyetmeler için çok kışkırtıcı, çok değerliydi… Söylemesi
bile fazla: Tanzimat modernleşmesinin snoblaşmasının
[-ki bu snoblaşma ka.ınılmazdı!] göstergelerinden
biri de, Paris’i özlemek’tir ve bu özlem, bizim
kuşak için de geçerlidir…
Yılmaz Gruda, 1950’lerin başında henüz İstanbul’a yerleşmiş
değildi. Ankara’dan Ahmet Oktay’la ve Güner
Sümer’le birlikte Attila İlhan’ı görmeye, Baylan’a geliyorlardı;-
öyle anımsıyorum şimdi…
Ama ben, Gruda’yla Baylan’da tanışmadan önce, onu
şiirlerinden biliyordum. Nedret Gürcan’ın Afyonkarahisar’ın
Dinar ilçesinde çıkardığı ‘Şairler Yaprağı’ dergisi’nde
[ –ki, bu dergi için ayrıca yazmak gerekecektir:
Ankara ve İstanbul gibi edebi mahfillerin oluştuğu merkezlerin
dışında, taşrada, çevrede, edebi mahfillerin bulunmadığı
bir ortamda dergi çıkarmak, mesele değildir:
ama mesele, ‘Şairler Yaprağı’ gibi bir taşra dergisinin,
merkezdeki dergiler kadar, hatta onlardan daha fazla,
edebi nüfuz sahibi olmasıdır! Kısaca, ‘Şairler Yaprağı’,
statüsü ve itibarı olan bir dergiydi ve bu anlamda bir
istisnaydı elbet!] Dergi, şiiri şairin vesikalık bir fotoğrafıyla
birlikte yayınlıyordu ve ben Yılmaz Gruda’nın şiirlerini
hayranlıkla o dergide okumuştum.
Aradan neredeyse 65 yıldan fazla bir süre geçti, ama
onun şu dizeleri hala belleğimdedir:
“İstanbul’u soruyorlar Mardiros Kazasyan’a
Bir karo üçlüsü bulsa Mardiros
‘-Blum!’ diyecek,
‘-İstanbul mu?’ diyor,
‘-Yoktu ki, olsun!’ ’’
Gruda’nın soyadı, Arkon’dur: Çokları, onun ilk şiirlerini
‘A.Yılmaz Arkon’ adıyla yayımlandığını bilmez. Ben
onları ‘Yeditepe’ dergisinde görmüştüm. ‘Gruda’yı,
sanki Neruda’ya özenerek benimsemiştir,- müstear ad
olarak…
Gruda’yla Baylan günlerini, onun o ultra-d.v.d. sesiyle
ve kapıdan içeri girer girmez, emektar garsona,
-Vasil, bastırrr bir milf.y!
diye ünleyerek, Attila İlhan’ın girişte, hemen sağ k.şedeki
masasına oturuşuyla an’ımsıyorum [Cesare Pavese,
‘Günleri değil, an’ları anımsarız!’ demişti!]
Bir başka an[ı] da, onun ,sanırım 1956 yazında, Gülhane
Parkı’ndaki Bahar ve Çiçek Bayramı şenliklerinde, ‘Dev
Robot Sabor’u konuşturduğu bir gün, Oğuz Arıkanlı’yla
yaptığımız oldukça tatsız bir şakaya ilişkindir: O yıllarda
‘Robot’ ,bugün olduğu gibi bir gerçeklik değil, bir bilimkurgu
ütopyasıydı: Ama işbilir ve cinfikirli bir iş adamı,
demirden malzemelerle devasa bir ucube, sözüm ona
bir robot yaptırıp ‘Sabor’ adını vererek Gülhane şenliklerinde
bir stand kiralamış, gelecekten haber veren bir
medyummuş gibi göstermeye kalkmıştı. İnsanlar, yüklü
bir giriş ücreti vererek girdikleri standda robota sorular
soruyor, Yılmaz da, bir tahtaperdenin arkasından ‘Sabor’u
konuşturuyordu. [‘Tatsız şaka’nın ne olduğunu
anlatmayacağım. Gruda daha sonra ‘Dev Robot Sabor’
başlıklı bir şiir yazmış; bu şiir de Salim Şengil’in ‘Seçilmiş
Hikayeler Dergisi’nde yayımlanmıştır:- 1956 olmalı!..]
Gruda’yla ve elbette öteki arkadaşlarla akşamları,
Baylan çıkışı, çoğu kez ‘Fasulyacı’ya gidilirdi: Galatasaray’da,
İngiliz konsolosluğunun oralardaydı yanılmıyorsam:
‘Fasulyacı’ dediğim, kü.ük bir aşevi. Oraya
ya da yine oralarda ‘Pano’ya! ‘Pano’nun [Panayot’un
kısaltılmışı], ‘17 Sek’ fıçısından ucuz şarap içmeye, -bol
kimyonlu ızgara köfteyle. [Gruda 17 sek’in ‘afyonlu’ olduğu
iddiasındaydı!].
Dükkan sahibi Pano’nun beyaz ve gür saçlarıyla heybetli
bir görünüşü vardı: Tekel’in boş nane likörü şişelerine,
üzerinde ‘17 Sek’ yazılı fı.ıdan doldurduğu şarap, 2
buçuk liraydı. Kimyonlu köfteyle ve eğer paramız varsa,
patates tava refakatinde, bahşişiyle birlikte, ferah ferah
10 liraya çıkabiliyorduk Pano’dan…
Gruda’nın anılarını da büyük bir lezzetle dinlediğimizi
anımsıyorum, Hele onun bir ‘kornişlerrr!’ ve ‘hisset
Caferi!’ hikayesi vardır ki, başlı başına bir komedidir.
Gruda sonunda oyuncu oldu. Tiyatroda da, sinemada
da seyrettim onu. Bana sorarsanız Gruda, birinci sınıf
bir aktördür, ama o benim için daima bir şairdir ve hep
öyle kalacaktır. Bir kez daha belirteyim, evet, müstesn.
bir şair!
Gelgelelim, o, sanki daha çok oyuncu olarak mı bilinmek
istedi, yoksa bana mı öyle geliyor, bilmiyorum.
Dediğim gibi, benim için onun şiiri, hala ‘sarışın rüyaların
beşiği ziynet kutusu’ndaki mücevherler gibidir ve…
İhtişamını hiç yitirmedi…