ÜSTATLAR KONUŞUYOR
TEZER ÖZLÜ
“YAŞAMLA VE ÖLÜMLE HESAPLAŞMAK İÇİN YAZIYORUM”
Cemal Süreya’nın şu dizesi her zaman Tezer Özlü’yü çağrıştırır
bende biraz. “Senin bir havan var, beni asıl saran o”. Hep farklı
bir havası vardı onun. Dürüst ve gizemli, görmüş geçirmiş ama
çocuk ruhlu, zaten çocukluğunda tutunup kalmış bir çağ kaçkını.
Onu en iyi tanımlayan üç kelime: Nostalji, lirizm ve melankoli.
Çocukluğun Soğuk Geceleri’ni yazdı, eski bahçeleri, eski sevgileri
anlattı. Yapıp ettiği her şey, yeryüzüne dayanabilmek içindi.
O, Türkiye’nin “lirik prensesi”.
1943 yılının eylül ayında, Simav’da dünyaya geldi. Bir memur
çocuğu olarak ailesiyle birlikte Anadolu’yu dolaştı. Lise yıllarında
İstanbul’daydı, daha sonra yurt dışında, Berlin’de birkaç
yıl süreyle yaşadı. Ankara ve İstanbul Türkiye’deki
adresleri oldu. Bu yıllarda geçimini en çok
çevirmenlikle sağlıyordu. İstanbul’da kalmak,
bu kentin insanı olmak istiyordu
en çok. Fakat yapamadı, nerede
değilse orada olmayı özlediğinden
belki de… 1986 yılında, hayata
gözlerini yumduğunda, Zürih’teydi.
Cenazesi İstanbul’a getirilerek
Aşiyan’a defnedildi.
43 yıllık kısa bir hayattı onunki. Dünyaya
geldi, yaşadı, yazdı, az söyledi,
çok düşündü ve gitti. Ondan geriye
romanı, öyküleri, senaryoları, çevirileri
ve mektupları kaldı. Belki özlediği,
aradığı saf ve çocuksu hayatı öte
dünyada bulmuştur. Bu ayki röportajımız
Tezer Özlü ile…
Bugün Türkiye’de tanınan, iyi okurların
bildiği bir yazarsınız. Peki, Tezer Özlü
kendine dışarıdan baktığında ne görüyor?
Ben yeterince iyi değilim, tamamen kötü de değilim. Güven
vermiyorum ama umursamaz da değilim. Kaçmıyorum, durmuyorum
da. Sarhoş gezmiyorum ama her an ayık da değilim. Bağımlı
değilim, kaçabilecek kadar da özgür değilim. Politik değilim
ama tarafsız da değilim. Umutsuz da değilim, sonsuz da değilim.
Camus gibi yaşamın bir adım uzağında, ölü- mün bir koşu
yakınındayım.
Bir kadın yazar olarak Türk kadınının
durumunu nasıl değerlendirirsiniz?
Türk kadını için bir genelleme yok ki… Kimi 18 saat güneş altında
tarlalarda çalışır, evde çalışması caba… Kimi bir kova su
bulmak için saatlerce yürür, kimi din baskısı altında ortaçağ anlayışıyla
dünyaya kapalı tutulur ve tüm insanca verilerden uzaklaştırılır,
kimi bir ticari mal gibi, başlık parası karşılığında satılır.
Kasabada, kentte işçilik, memurluk yapan kadın ise evinin ve
çocuklarının da tüm işlerini yapar. En çok yıpranmak da kadınlar
arasındadır.
Yüz binlercesi kendi toplum ve geleneğinden
koparılmış, Orta Avrupa’nın sanayi
ülkelerinde iş bulmuş ama birlikte getirdiği
çelişkilerine bir de yabancısı olduğu ülkenin
çelişkileri, bağdaşmazlıkları eklenmiş… ve bu
kadınlardan acaba kaçı mutlu olabilmiştir?
Bu nedenle Türk insanı için Batı’daki anlamında bir feminizm
“kadın sorunu” söz konusu olmaz. Türk kadınının sorunu Türkiye’nin
tüm sorunları içinde ele alınmalıdır.
Türkiye’de de yurt dışında da çok yer
gezdiniz. Bazen tren bazen de uçakla, kimi
zamansa otostop çekerek yaptığınız bu
yolculuklar sizi nasıl etkiledi? Hiç sıkıldınız
mı yolda olmaktan?
Yolculuklar ilginçtir. Yaşamın sürekliliği içinde, başlı başına kesitler
oluştururlar. Dağlardan, deniz kıyılarından, kentlerden,
gecelerden geçilir. İnsanlardan geçilir. Irmaklar görülür. İnsanlar
görülür. Kalabalık ya da bomboş istasyonlar belirir. Sonra herhangi
bir ormanla karşılaşırsın. Belki birkaç gün önce geçtiğin bir
orman. Bir kent. Ağaçların kızıl kahverengiliğini, yeşilini, çıplaklığını
algılamış mıydım, diye sorarsın kendi kendine. Yol kıyısında
bir başına bir çocuk durur. Büyük bir siyah şemsiye tutar elinde.
Yeşil, yün örgüsü bir başlık giyinmiştir. Elinde gene yeşil, cırtlak
yeşil bir plastik torba tutuyordur. Yanı başında güttüğü iki koyun
durur. Çocuk, kendini bürüyen yalnızlığın, boşluğun bilincinde
değildir. Ve diğer dünyaların. Her insanın oluşturduğu bir bütün
dünyanın. Sonra yol ilerler. Dünyalara açılan, yeni yaşamlardır
yolculuklar.
Kendinizi tamamıyla bir yere ait hissediyor
musunuz? Neresi size sürgün ya da göçmen
duygusu yaşatıyor?
Kendimi genellikle yeryüzünün her yerinde sürgün sayıyorum.
Ve hiçbir yerinde göçmen saymıyorum.
Ya yazdıklarınız?
Yazdıklarım göçmen yazını değil. Somut anlamda sürgün yazını
da değil. Ben kendi kendimi her an, her yerde için için sürüyorum.
Yaşamınızın bir kısmını geçirdiğiniz Berlin’i
birkaç cümleyle anlatmanız gerekse?
Hiçbir kent insana Berlin kadar ölümü, hiçbir kent insana Berlin
kadar yaşamı düşündürmüyor. Her duvar dar. Her duvar kapalı.
Her duvar insanın üzerinde bir baskı. Bu kentin her yerine daha
önceki duvarlarımla birlikte gidiyorum. Ana babamın evinin dar
duvarlarıyla. Evliliklerin bunaltıcı duvarlarıyla. Büroların sigara
kokan duvarlarıyla. Okulların acımasız duvarlarıyla. Evlerin, hapishanelerin,
önlerinde insanların asıldığı, kurşunlandığı duvarlar.
Hastane duvarları. Tımarhane duvarları, mermer duvarlar, yoksul
evlerin duvarları, ihtiyarlar yurdu duvarları, kulübe duvarları,
gecekondu duvarları, kent duvarları, sistemlerin duvarları.
Türkiye’de yaşamak dışarısıyla
kıyaslandığında sizin için ne ifade diyor?
Türkiye’de yetişmek ve yaşamakla ne denli doğru bir “Çağdaşlık”
düşüncesine varabildiğimi daha bilinçle kavradım. Türkiye’de
aralarında yaşadığım sanatçı çevresinin ve insancıl halkın önemini
yurt dışında daha derin değerlendirdim. Yurt dışında kişiliğimin
bir boyutunu oluşturan “Çağdaşlık” inancımı yitirmemek
için çaba harcıyorum.
Bu soruyu bütün yazarlara soruyorum.
Ama şimdi sizin için biraz farklılaştırarak
soracağım. Sadece tek cümlelik bir cevap
istiyorum: Niçin yazıyorsunuz?
Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum.
Bugüne dek yaptıklarınız ve yapmak
istediklerinizi düşündüğünüzde kendinizi
yolun neresinde görüyorsunuz?
On yaşıma kadar, çevremi, özellikle çevremdeki sessizliği kavramaya
çalıştım. Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği
yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım. Otuz yaşım ile kırk yaşım
arasında ne akıllı ne de çılgındım.
Kırk yaşımda başlamam ya da bitirmem gerekeni bitirdiğimi sanıyorum.
Bir insan yaşamı kırk yıl da olabilir. Olmalı. Bir ölüm
özlemi değil bu. Özlemlerim kalmadı. Ben aslında sürekli özlüyor
ve bir özlem durumunda yaşıyorum.