ATEŞTEN GEÇİLİR Mİ?

-OĞUZ ŞENSES

Çok önceden plânlanmamış bir seyahati yaşamaya çıkmıştık yola. Ne zaman bir şeyi hesapsızca gerçekleştirmeye çalışsak hep bir mâni çıkıyordu karşımıza. Biz de bu sefer farklı olsun istedik. Akşamın, insanı seyahate davet eden karanlığında yollara düştük. Hiçbir şey plânlanmamıştı düş dünyamızda. Sırt çantalarımızın hafifliğinde, gündelik telaşların uzağında, dinleyeceğimiz müziklerin kışkırtıcılığında huzurla cilalanmış bir yolculuk biz’le dünya arasında duruyordu. Dostumun: “Yolculuklardır kalbin en derinine (derûnuna) saplanan tek gerçek ok” tavsiyesine kulak verdik. Biz, yolculuğu ve yolu seçtik.

Bağıra çağıra eşlik ettik şarkıların haz dolu lirik mısralarına. Şuurumuzun derinliklerinin bize yaptığı sihirli oyunlarla lirizmin bahçesinde çiçek koklayan “biz”i bulduk. Bu kadar erken esriyeceğimizi tahmin etmemiştik. Güldük. Diğer şarkıların hazzına “sal”dık ruhumuzun susayan taraflarını. Yol, “kalbimizdeki ok” la şimdilik bitti. 

Eskiden konak iken şimdi bir otele dönüşmüş bir konak otelde kalacaktık. Dönüşen her şey gibi biraz yarım, biraz eksik. Aynı bizim gibi. Odada saat yoktu. Zaten zamanın söndüğü bir mekânda saatin ne önemi vardı? Dışarıdaki dünyanın hiçbir kuralının işlemediği bir yer olduğunu yavaş yavaş tecrübe ediyorduk. Çalışanların, roman kahramanlarının kostümleriyle ortalıkta salındıkları karnaval havası hâkimdi otelin her yerine. Odaların numarası yoktu. 

Oğuz 

Her birinin roman kahramanından bir adı vardı. Payımıza sadece bir harf düşmüştü: C. Odamızın içinde aylak C.’nin roman boyunca söylediği sözler yazılıydı. Yatağımızın başucunda romanın ilk cümlesi bize eşlik edecekti gece boyunca: “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.” Böylesine sade bir cümlenin bize gözcülük edecek olmasından keyiflendik. Buradayken dışarıya hiç mi hiç ihtiyacımız yoktu. İçeride olmanın hazzıyla kendimizi, konağa ve romanlara teslim ettik. 

Yemek için kış bahçesine geçtik. Şöminenin yanındaki masa sanki bizim için ayrılmıştı. Diğer masaların da boş olduğunu sonradan fark ettim. Bizden başka kimse yoktu içeride. Gizli bir elin yardımı üzerimizdeydi belki de. Cam tavanın saydamlığından ay bizi seyrediyordu. Masamızda şu cümleler ruhumuza göz kırpıyordu: “Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım” Ama biz yalnız değildik. Biz bizeydik ve ay da buna şahitti. Şöminedeki ateşin çıkardığı sesi sanki içimizde duyuyorduk. Ateş bir anda âteşe döndü sessizliğin kıyısındaki bu kış bahçesinde. 

Uzun zamandır baş başa kalmayı istemiştik tüm ruhumuzla ama buna dünya müsaade etmemişti. Bu efsunlu büyü-mekânını “Oteller Kitabı”nda okumuştum. Okuduktan sonra yanımdaki ruhuma verdim. Bir şairin kaleminden süzülen imgelerle otelleri zihnimde yaşamaya başlamıştım okuduğum andan itibaren. Şiirinden ödünç aldığı kelimelerle, imgelerle yeni bir şiir kuran şaire selam olsun! En çok da burası etkilemişti muhayyilemi. O zamanlar “orası” dediğim bu yere “gitmek” için arzunun ateşiyle tutuşmuştum. “Şimdi”nin “burası”ndayız ve “gitme”nin yerini “gelme” aldı. İyi ki gitmek istemişiz ve gelmişiz. 

Yemeğimizi yerken yavaş yavaş, dünyanın en harika şarkıları eşlik ediyordu bize. İnsanın hem midesinin hem de ruhunun doyduğu eşsiz ve nadir anlardan birisini yaşamak olsa olsa “bura”ya yakışırdı. Fado, Sefarad, Grek… Müziğin kaderiyle bizim yazgımız birleşiyor; evrensel ezgilerin hüznüyle gönüllü mültecileri oluyorduk hüzünler diyarının. Ruhumuz bizi çoktan terk etmiş, seyrediyordu tutsak kaldığı bedenleri, bedenlerimizi. Tenle anlaşılacak bir gece değildi bu gece. Tenden sıyrılmak, onun ağırlığını üstümüzden atmamız lâzımdı. Öyle de yaptık. Ruhlarımız artık özgürdü. 

Şöminenin ateşi sönmüştü. Fakat âteşi olanca hazzıyla ruhumuzu beslemeye devam ediyordu. Gökten yağan beyaz melekler, şaire nazire edercesine “hâmuşâne” ağlıyorlardı. Art arda düşen meleklerin kokusunu almak için dışarıya çıktım. “Kar kokar mı hiç?” diye merakla sordu. “Kokar. Hem de nasıl? Çek nefesi derince içine!” Kar kokusunu almaya başladığını, ilk kez görmeye başlayan insanların şaşkınlığı kadınımın yüzüne yerleşmeye başladığından anladım. “Ne güzel bir koku! Daha önce nasıl fark edememişim?” İçeriye geçtiğimizde konuşmuyorduk artık. Susmuştuk. Kar, müzik ve küllenen âteş konuşuyordu bizim yerimize. 

Sigara içmenin yasak olduğu bu kurtarılmış bölgede ne yapıp edip sigara içmeliydim. Yaka kartında Samim yazan genci yanıma çağırdım:

Merhaba Samim. 

Merhaba efendim. Hoş geldiniz. 

Sağ ol. Sana bir şey soracağım. Nasıl gidiyor hayatın? Mutlu musun?

Bu aralar değil efendim. 

Neden peki? Özel değilse sebebi, öğrenebilir miyim?

Üniversiteyi yeni bitirdim ve müthiş bir belirsizlik içindeyim. 

Peki, birilerini mutlu etmek ister misin? 

Neden olmasın efendim.

Bu güzel yerde sigara içmek istiyoruz. Senin de bizi görmemeni temenni ediyoruz. 

Keşke herkes sizin gibi kolay mutlu olabilse. Ben size küllük getireyim. 

Modern zaman insanlarının ortak kaygısına tutulmuştu Samim. Roman kahramanına yakışmayacak bir hüzün 

hüzün gerekçesi. Tabii gerçek adı bu değildi. O da bir roman kahramanının adını almıştı. Acaba biliyor muydu romandaki Samim’in zihninde yarattığı dünyayı? Orada yaşamayı göze alabilir miydi? Hoca’nın “En çok yakışandır bize” dediği “hüznün” de bir adabı olmalıydı. Hüzünlenecekse romaneske öykünen hayatlar, “gelecek endişesi”nden değil Meral’den dolayı olmalıydı mesela! “Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım” diyen Meral’den dolayı hüzünlenmek, hüzünden anladığımızın bir nişanesi olabilirdi. 

Odamızda da şömine yanıyordu imgeleri tetikleyen heyecanıyla. Âteş, bu gece istese de sönemezdi. Dingin ruhumuzu beslemeye devam etmeliydik müziğin lirizmiyle. Bu ânın yazgısına fado uyardı. Çünkü o, kaderin ta kendisiydi. Loş aydınlanan odanın cam tavanından, hâlâ yağan kara bakıyorduk sessizce. Pencere kenarında antika bir masa. Üstündeki gece lambasını defterime nişanladım. Bir cümlenin peşinde geçiyordu ömrüm. Onu yakaladım mı diğerleri de ardı sıra geliyordu. O ilk cümle biraz sonra doğacaktı. Adım gibi biliyordum. Kaçmadan yakalamalıydım. Defterimin sarı sayfalarına ödünç almalıydım. 

“Zamanın kırık aynasında sırlanmış bir seyyahım.”

Gerçekten de zamanın kırık aynasında sırlanmış bir seyyah mıydım, seyyah mıydık? Esrik bedenini yatağa gömmüş ruhumun diğer yarısına bakıyordum. Müziğin kaderini, gözlerini sabitlediği cam tavanın beyazlığında yaşıyordu sanki. Bense sürekli yazıyor, mekânın efendiliğini; müziğin tahakkümünü kabulleniyordum. Neden sonra yataktaki güzelliği seyrederken buldum kendimi. 

An’lar, anılar, ânın kutsallığı bu efsunlu odanın içinde hizaya gelmişlerdi. Dünyamız, bu odanın içinde seyrediyordu. Dünyanın bir otel odası olduğu bir dünya. Başka neye ihtiyacımız olabilirdi bu kışkırtıcı gecede? Âteşle başlayan esrime, âteşin ateşe dönüşmesiyle yok olabilir miydi?

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacaktır.

YAZMAYA BAŞLAYIN VE ARAMAK İÇİN ENTER TUŞUNA BASIN