ÜÇ ŞEY OLDU

ABDULLAH HARMANCI

Birinci Şey: Alnı Yarık Ölmedi 

Yaşadığım şehirde bir dilenci vardı. Bütün şehrin dilindeydi. Görünümü ürperticiydi. “Alnı Yarık” diye meşhur olmuştu. Gerçekten de alnı yarıktı. Alnının tam ortasına saçlarının büyük bir kısmı akmış gibiydi. Yüzüne bakan alnında kara bir şerit görüyordu. Sanki yüzü ortadan ikiye bölünmüştü. Sanki karşımızda iki ayrı yüz vardı. Ne zaman bu adamla karşılaşsam çok korkardım. Derhal oradan uzaklaşırdım. Adamın bana bakışlarında bir tuhaflık vardı. Beni görünce birden bakışları koyulaşıyor gibiydi. Biraz da bundan dolayı onu nerede görsem hemen yolumu değiştirirdim. Şehirde Alnı Yarık’tan bahsedilmeyen bir gün yok gibiydi. Bütün sohbetlerde söz dönüp dolaşıp Alnı Yarık’a gelirdi. Bense bundan hoşlanmazdım. Hemen konuyu değiştirirdim. Üniversiteyi bitirince uzak bir şehre tayin oldum. Bu arada Alnı Yarık’ın bir kazaya kurban gittiğini haber aldım. Alnı Yarık kasten veya kazaen öldürülmüştü. Haber gazetelere de yansımıştı. Biraz rahatlamış gibiydim. Onun dünyamızdan ayrılması sanki beni sevindirmişti. Öğretmenlik yaptığım uzak şehirde günler geçip giderken… Ben de şehrin büyük bir caddesinden geçip giderken… Alnı Yarık çıktı karşıma! Önce inanamadım! Geri döndüm. Bir daha baktım. Oradaydı. Üstelik beni görünce bakışları biraz derinleşti. Kıpırdar gibi oldu. Eve gider gitmez bunu eşime anlattım. Alnı Yarık’ın hikâyesini başından beri bilen eşim… Ona karşı takıntılı olduğumu başından beri bilen eşim… Kendi şehrimizden bin kilometre uzakta… Onu gördüğümü söyleyince… Güldü… O sırada arkadaşlarıyla yemeğe gidecekti. Onların gelmesini bekliyorduk. Yani keyfi yerindeydi. Sanırım biraz da bu sebeple fazlaca mutluydu. Sanırım biraz da bu sebeple fazlaca güldü… Tam o anda kapımız çalınca bana veda edip odamızdan çıktı. Dairemizin kapısını açınca fena bir çığlık attı! Çığlığın sonu gelmeyecek gibiydi! Ben apar topar kendimi antreye atmıştım ki… Ne göreyim! Alnı Yarık bizim kapının önünde bekliyor! Alnının ortasında siyah bir şerit! Sanki yüzünü ortadan ikiye bölmüşler! Yüzünün iki tarafında iki yüz daha var! Karanlık koridorda korkunç gözlerle bana bakıyor! 

İkinci Şey: Zehir Karası 

Şehrin en büyük pazar yerinde. Pazar yerinin ulu kapısında. Bir hasırın üzerine uzanıp kalmış Kırmızı Kadın. Ölüm sancıları çekiyormuş gibi nefes nefese. Kuyu kuyu gözlerini açarak. Merhamet edip üzerine eğilenlere. “Kötü şeyler olacak. Kötü şeyler olacak.” diyormuş. Sabahmış. Pazar yeri tenha. Kırmızı Kadın, arada bir yattığı yerden doğruluyor, zorla açtığı gözleriyle. Dişsiz ağzıyla, kötü şeyler olacak, diye mırıldanıyormuş. Yüzü çizgi çizgi. Avurtları çökük. Belinde kemer yerine ip. Başının altına yastık diye bir radyo koymuş. Sarı ahşap kasası ve kocaman kanal düğmesi olan bir radyo. Kötü şeyler olacak, diyormuş, üzerine tenezzülen eğilen başlara. Kötü şeyler. Eylül ayıymış. Sene 967. Kayseri. Dedem görmüş bu olayı. Dedem şahit. Kimisi gülüp geçiyormuş Kırmızı Kadın’ın yanından. Kimi ses etmeden geçiyormuş. Kimi tövbeler ederek. Kimi “Aman sus, aman sus!” diyerek… Kimi korkuyla… “Sabah sabah… Bela anma…” diyerek uzaklaşıyormuş kimi. Kırmızı Kadın ölüm döşeğindeki hastalar gibi kocaman kocaman açtığı gözleriyle, kömür renkli bulutlara bakıyormuş. “Kötü şeyler olacak…” diyormuş. Dedem görmüş. Ve dedem şunu da görmüş: O gün öğleden sonra. Sivas Spor’la Kayseri Spor’un maçında. Kırk üç kişi ölmüş. Taraftarlar arasında çıkan kavgada. Kara, kapkara bir günüymüş ülkenin. Tıpkı kömür renkli bulutlar gibi. Gözleri de kömür kömürmüş insanların. Kırmızı Kadın gibi onlar da gün boyu göğe bakıp durmuşlar. Ertesi gün Kadın’ı aramaya çıkmışlar şehirde. Ne o gün, ne de herhangi bir gün. Hiçbir yerde görülmemiş. Herkesin aklında kömür karası gözleri kalmış Kadın’ın. Ve zehir karası sözleri. “Kötü şeyler olacak, kötü şeyler olacak…” 

Üçüncü Şey: Ölmez Çiçeği 

Sivas’ın bir köyünde. Yaşlı bir kadının… Ölmediği fark edilmiş! Kadın bir türlü ölmüyormuş! Nesiller geçiyor. Mevsimler geçiyor. Trenler geçiyor. Ama kadın geçmiyormuş! Ağaçlar kuruyor. Haritalar değişiyor. İnsanlar ölüyor. Yaşlı kadın ölmüyor, ölmüyormuş. Bu gizemli kadın… Yaşlanmış yaşlanmış yaşlanmış… Ama ölmemiş! Çocukları ölmüş. Torunları ölmüş. Torunlarının çocukları ölmüş. Ama kadın ölmemiş! Altın gibi sarı saçları biraz solmuş. Derisi altın sarısına dönmüş. Kamburlaşmış. Artık insanlar kadının ölümünden umudu kesmişler. Yaşadıkça yaşamış, yaşadıkça yaşamış. Ve bir gün ot toplamaya gittiğinde ortadan kaybolmuş. Kadının ömrü ot toplayarak geçmiş. Otlardan yemek yapar, öyle geçinip gidermiş. Hatta topladığı otlardan para kazandığı da olurmuş. Kadını herkes tarlalarda iki büklüm ot toplarken hatırlıyormuş. Ve bir gün… Kaybolmuş. Aslında kadın hâlâ yaşıyor olabilir. Zira kadının öldüğünü gören olmamış. Sadece bir gün evine gelmemiş kadın. Ne kadar aradılarsa… Onu bulamamışlar. Sonradan sonradan bir gün. Torunlarının çocuklarından birisinin aklına gelmiş. Torunlarının çocuklarından olan kadın 120 yaşındaymış! Titreyen sesiyle konuşmaya başlamış: “Annemin anneannesi olan bu kadın,” demiş. “Ya da anneannemin annesi olan bu kadın, her neyse anne anne annemden bahsediyorum.” demiş, “Ölmez otu derler bir ot toplardı. Ölmez çiçeği de derler. Altın otu da derler. Hayatı ölmez otu toplayarak geçmişti. Şimdi şimdi anlıyorum ki ben… Ve de seziyorum ki… Ve de hissediyorum ki… Ölmez Otu toplaya toplaya… Ölmezine uğradı anneannemin annesi!” O gün bu gün. Hâlâ kadının ölüsüne dirisine rastlanmamış. Ölmez otunun altın tozlarına bulana bulana… Kadın ölmezine uğramış olmalı! 

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacaktır.

YAZMAYA BAŞLAYIN VE ARAMAK İÇİN ENTER TUŞUNA BASIN