ÜSTATLAR KONUŞUYOR
-SERHAT DEMİREL
Yazıların ve Kitapların Âlemini Beni İhata Eden Âlemden Daha Hakiki Buluyorum…
Üstatlar Konuşuyor’da bu ay Türk edebiyatının değeri geç anlaşılan bir yazarını, Sabahattin Ali’yi ağırlıyoruz. İçimizdeki Şeytan ve Kürk Mantolu Madonna gibi muhteşem romanları; hasretlerini, acılarını, özlemlerini yansıtan içli şiirleri; Değirmen’den Kağnı’ya Sırça Köşk’ten Yeni Dünya’ya hünerli kalemini konuşturduğu zarif öyküleriyle o, edebiyatımızda silinmez bir iz bıraktı.
Sabahattin Ali siyasi düşünceleri yüzünden senelerce ya gurbette ya demir parmaklıklar ardında hasretlik çekti. 1948’de, Bulgaristan sınırında faili meçhul bir cinayete kurban gittiğinde gencecikti henüz, 41 yaşındaydı. Aklında türlü idealler ve yazmayı tasarladığı pek çok eserle dünyaya veda etti.
Türk edebiyatının hem nahif hem cesur yazarı, düşünce dünyamızın Markopaşa’sı bütün sorularımızı içtenlikle ve sözünü sakınmadan cevapladı. İşte röportajımız…
Şair ve yazarların çocukluk günleri hep merak konusudur. Sizin çocukluğunuz nasıl geçmişti? Zor muydu yoksa rahat ve eğlenceli mi?
Para yoktu. Karnımızı doyurmak için çalışmak lazımdı. Babam Çanakkale’de iken bizim emirberimiz olan bir Edremitli dükkâncıdan otuz liralık kadar eşya aldı, tabii veresiye olarak… Bunlar çorap, mendil, fanila, makara, kukula gibi tuhafiye şeyleri idi. Kurban Bayramı yaklaşıyordu. Babam çarşı yerinde bir sergi açtı, orada bunları satmaya başladı. Bayramdan sonra elinde birkaç kuruş parası vardı. Tekrar başladı. Bu sefer ben de boynuma bir işporta taktım. İçerisine öteberi doldurdum. Türklere görünmemek için Rum mahallelerinde bunları “Makaridis, kuvaristi…” diye satmaya başladım. Akşamüzerleri babam benim boynumdan işportayı çıkartır, yaşaran gözlerini göstermemek isteyerek benim küçücük yanaklarımı öper ve hesap görürdü.
Çocukluğunuza dair ailenizle mutlaka güzel anılarınız da vardır…
Yüzmeyi, yani ayaklarım yere değmeden derin sularda yüzmeyi Çengelköy’de öğrendim. Babam beni sandaldan denize bırakır, akıntıya karşı “Yüz bakalım!” derdi. […] Kürek çekmeyi de babamdan öğrendim. Kandilli’nin akıntı burnuna kadar kürek çeker, akıntıyı aşmaya çalışır ama her seferinde akıntıyı yenmeyi başaramadan geri dönerdik. […] Babamla birlikte maceralar yaşamaya bayılıyordum.
Sanata gelelim… Sizce şiir nedir? Siz şiiri nasıl tarif edersiniz?
Şiir bence muayyen bir ifade tarzıdır. Ani heyecanların ifadesidir. Tarif edilebileceğini sanmıyorum.
Şiirde söyleyiş mi ön plandadır yoksa mantık ve mana mı? Şiirin manalı olmasından ne anlıyorsunuz? Günümüz şiirinde bunlardan sizce hangisi ağır basıyor?
Bilakayduşart her şiirde kendine göre bir mantık ve mana vardır. Mücerret şekilde bir şiiri yazmak istemiş olmak dahi dimağın mantıklı ve manalı olan faaliyetinin bir neticesidir. Yeni şiirlerde mantık ve mana vardır.
Her sanatçının kendine göre bir çalışma tarzı olduğu malum. Siz nasıl yazarsınız?
Ben çok kolay yazı yazarım. Evvela beş on dakika düşünür sonra sanki bir yerden istinsah ediyormuşum gibi süratle ve çok kere bir kelime bile çizmeden saatlerce yazarım.
Yazmayı düşündüğünüz şeyleri, mesela öyküleri, başkalarına anlatmayı sevdiğiniz söyleniyor, bu doğru mu?
Bir öyküyü değişik kişilere anlatırım. Her anlatışımda biraz daha gelişir. Kafamda hazır olunca da oturup yazarım.
Yazmak için birtakım özel şartlar arar mısınız? Sabah veya gece, sessiz ve kapalı bir ortam ya da tam tersi gibi…
Dünyada irademi bütün şiddetiyle kullandığım bir tek saha vardır: yazı yazmak… Bu hususta benden şiddetli adam azdır. Nerede olursa olsun, ne zaman olursa olsun yazı yazabilirim. Ne soğuk, ne sıcak, ne rahat, ne sıkıntı, ne keder, ne sevinç, ne sükûnet, ne gürültü hiçbir şey benim yazı yazmama tesir etmez. Yazı yazarken tamamen yazdığım şeyle beraber yaşarım, kendime uygun, tamamen hakiki bir âlemde yaşarım. Zaten bütün aksaklığım bundan doğuyor: Yazıların ve kitapların âlemini beni ihata eden âlemden daha hakiki buluyorum…
Bu sıralar yazmayı tasarladığınız eserlerden bahseder misiniz bize?
Bugünlerde Tılsım isminde romantik bir hikâye yazacağım. İki seneden beri bu hikâyeyi yazmaya niyetlenir ve sonra bırakırım. Bir de piyese başladım. İsmi Sürek Avı. Ne zamandan beri (daha hapiste
iken) bunu düşünüyordum. Mevzu bir münevvere karşı küçük bir şehirde tertip edilen bir sürek avıdır, aşk vesaire de var. Hazin fakat güzel olacağını tahmin ediyorum.
Yazılarınızda kendi hayatınızı, yaşadıklarınızı anlattığınız oluyor mu?
Ben zaten nedense yazılarımda doğrudan doğruya bilvasıta hep kendimden bahsediyorum. Galiba kendimi çok beğendiğimden. Bundan müşteki değilim çünkü benim fikrimce “deha” bir nevi megalomanidir ve dâhilerin en gülünç olanları mütevazı olanlarıdır. […] Yazılarında kendilerinden bahsetmeyenler, kendilerine emniyet ve itimatları olmayan korkaklar ve zayıflardır.
En beğendiğiniz yazar kimdir?
Knut Hamsun.
Niçin?
Gürültüsüz patırtısız ve tabiat kadar büyüktür. Kitaplarını okurken orada geniş, hudutsuz ve derin bir insan ruhundan başka bir şey aranmamalıdır.
Divan edebiyatından kimleri seversiniz?
Bugün hâlâ okuyup sevdiklerim Fuzuli ve Galip Dede’dir.
Sizin sinema ile de yakından ilgilendiğinizi biliyoruz. Nedir bu ilginin sebebi?
En kötü filmde bile benim alacağım önemli dersler var. İnsanda geniş ufuk açar, bazı yenilikler sunar. Hiçbir şey yok sanılan filmlerde bile ilginç manzaralar, değişik görüntüler verilir. Bu nedenle filmleri izlemeyi seviyorum.
Sinema demişken, bugünlerde sinemaya da uyarlanması gündemde olan Kürk Mantolu Madonna isimli romanınızın kadın kahramanı Maria Puder’in kim olduğu, gerçekten yaşayıp yaşamadığı hep merak ediliyor. Biz de size soralım…
Almanya’da Frolayn Puder isminde bir hatuna ziyadesiyle âşıktım. O zamanlarda ise Berlin’de şu meşhur Deli Şarkıcı filmi oynamıştı ve oradaki Sonny Boy şarkısı herkesin ağzında idi. Şimdi bunu mırıldanınca sisli ve yağmurlu teşrinievvel günlerinde onunla müzelere veya sinemaya gidişim aklıma gelir. Yolda mütemadiyen kızcağızın yüzüne dalar, önümü görmezdim. O da hafif bir tebessümle başını bana doğru çevirerek bu salaklığımı mazur gördüğünü anlatmak isterdi. Âşık olduğum kimseler arasında bana bu kadın kadar iyi muamele edeni olmamıştır. Parmağının ucunu bile koklatmadığı hâlde beni kırmaz, aramızda genişlemeyen ve daralmayan muayyen bir mesafe muhafaza etmesini gayet iyi bilirdi.
Aşk sizin hayatınızda mühim bir yer tutuyor sanırım…
15-16 yaşımdan beri şöyle bir haftacık olsun âşık olmadan durduğumu hatırlamıyorum. Zannetme ki öyle üstünkörü şeylere aşk ismini veriyorum, benimkilerin her biri ateşlilikte Verter’i, bakirlikte Romeo’yu geri bırakacak şeyler… Evvelce de söylemiştim, bende aşk mıknatısiyet gibi bir şey, daima mevcut…
Son olarak, sizce sanat ne içindir?
Sanatın bir tek ve sarih maksadı vardır: İnsanları daha iyiye, daha doğruya, daha güzele yükseltmek; insanlarda bu yükselme arzusunu uyandırmak.
Teşekkürler sevgili üstat…