ÖLÜMCÜL HASTALIK MERHAMETSİZLİK

-RAŞİT ALTUN

Kierkegaard’ın o meşhur kitabı Türkçeye; “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” adıyla çevrilmişti. Kitap boyunca, umutsuzluğun insan ruhunu ölüme sürükleyen bir hastalık olduğundan bahsediyor Kierkegaard. İnsan teki için değerlendirildiğinde umutsuzluğun onmaz bir hastalık olduğunu görürsünüz elbette. Uzatmalı bir intihar belki de… 

Ama yine Kierkegaard’dan devam edeceğim. “Benim için hakiki olan bir hakikat bulmalıyım. Yaşayıp uğruna ölmek isteyeceğim bir fikir” diyor. Hakikat kelimesi son yıllarda muhafazakâr yazar takımı elinde hiç edildi. Soyut bir hakikat fikrinin sürekli kutsanması ve sürekli ne olduğunu kimsenin bilmediği o hakikati aramaya çağrılar yapıldı. Bu çağrılar ise insanları gerçek “hakikat”ten uzaklaştırdı hep. Hâlbuki hakikat somut, hakikat gerçek. Hakikati duyabilir, görebiliriz. Ellerimizle dokunabiliriz hakikate. O tarif etmeye çalıştıkları gibi; belirsiz, gri, soyut ve ulaşılmaz bir şey değil hakikat. 

Her devrin ve insanın hakikati ayrı. Dünya var olduğundan beri kaç milyon yıl geçtiyse o kadar hakikat var. Yeryüzünde kaç tane insan varsa o kadar hakikat var. Hakikati bir sabiteye bağlayarak tarif etme çabası, küçük fikir oyuncukları yaparak insanları asıl gerçekten uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. 

Peki bu çağın hakikati ne? 

Her gün yakıcı bir gerçeklikle karşılaşıyoruz. Cinayetler, tecavüzler, savaşlar, işgaller, yoksulluklar ve kıtallerle yaşamaya 

alıştık. En kötüsü de bu oldu zaten; alışmak. Bütün bu çirkinliğe alıştığımız zaman diliminin iki hakikati var sadece: Adalet ve merhamet. 

Adalet de merhamet de doğrudan doğruya, hiçbir aracı olmaksızın Tanrı’nın insana kendisinden, kendi özünden çıkartarak verdiği bir gerçek. İnsanın biricikliği, adil ve merhametli olduğu kadar gerçek. Bir insanın varoluşunu tamamlaması ve gerçekten insan mertebesine yükselmesi bu iki gerçekle mümkün. Aksi hâlde çağın mutant insan prototipi olarak ancak bir insanımsıdan söz etmek mümkün olacak. 

Yeryüzünde var olan bütün olaylar, bütün sistem, insanı insanlığından uzaklaştırmak adına ilerliyor. Bir komplo teorisinden söz etmiyorum. Sadece şöyle bir dönüp bu gözle bir bakın. Neler yaşıyoruz? Yaşadığımız şeylerin hangisi insan onuruna yakışır şeyler? Sadece bir akşam bir saat herhangi bir kanalda haber bültenini bu gözle izleseniz yeter. Tahammülsüzlük batağına batmış koca bir ülke olduk. Birbirimizi yaşatmak için değil öldürmek için yaşıyoruz. Hâlbuki her birimizin varlığı diğerinin varlığına bağlı. Hepimiz birbirimizin varlığından sorumluyuz ama sanki birimiz olmazsa diğerimiz daha iyi yaşayacakmış gibi davranıyoruz. Yaralamaya değil doğrudan öldürmeye çalışıyoruz birbirimizi. Anlaşmamıza gerek yok, birbirimizin fikirlerini kabul etmemize gerek yok. Hatta bir adım daha ileri gideyim, birbirimizin fikirlerine saygı duymamıza da gerek yok ama birbirimizin insanlığına saygı duymamıza gerek var. Birbirimizle konuşmaya, birbirimizi dinlemeye gerek var. Yıkmaya, yok etmeye çalışmadan konuşmaya… 

Biraz merhamete ihtiyacımız var sadece. Ama önce kendimize. Kendimize merhamet etmekle anlayacağız merhametin ne olduğunu. Kendimizi tanımaya, keşfetmeye başlamakla. İşte Kierkegaard’ın “ölümcül hastalık” dediği umutsuzluk, kendimize merhamet etmenin önündeki en büyük engel. “Enseyi karartma” derlerdi eskiler. İnsan kendisiyle barıştıkça bencillikten sıyrılacak, kendisini tanıdıkça adil olacak ve kendisini keşfettikçe merhameti anlayacak. İşte o zaman, kendine merhamet ettiği zaman evde ailesine, iş yerinde arkadaşlarına, sokakta herhangi bir insana, yolda ağaca, taşa, toprağa, çiçeğe merhamet edecek. 

Necip Fazıl’ın bütün ideolojik kimliklerinden sıyrılarak kaleme aldığı “Reis Bey” adlı şaheseri -ki bence gerçekten şah eseridir- merhamet kavramının ne olduğunu ve nasıl olması gerektiğini toplumsal düzeyde anlatan ve sosyal hayat içinde nasıl var olmamız gerektiğine dair çok önemli sözler söyler. Bir zamanlar; “merhamet, ağızların iğrenç sakızı” diyen gaddar hâkim, yaşadığı bir olay neticesinde tamamen değişip kendini keşfettikten sonra şöyle der bir sahnede: 

“Göklerin merhamet dolu olduğuna inanıyorum… Bizse nefsimizin beton çatısını tepemize dikmiş, yaşamayı öldürüyoruz! Merhamet… Âlem bu temel üzerinde! Eğer toprağa, tohuma, hatta kire, lekeye merhamet olmasaydı, su olur muydu? Rengi merhamet, sesi merhamet, pırıltılı şırıltılı su… 

Ne duruyorsunuz! Sökün sahte su borularını! Ev ev merhamet şebekesi kurun! Tepelerinizdeki çatıları da yıkın! Göklerle temasa geçin! O zaman göreceksiniz ki; acı su borularından, kendi kendine tatlı su akacak ve başlar üstünde, güneşe yol veren kubbeler yükselecek.” 

Bize biraz merhamet gerek sadece. 

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacaktır.

YAZMAYA BAŞLAYIN VE ARAMAK İÇİN ENTER TUŞUNA BASIN