SERENDİPÇE

  • Kaan Murat Yanık

Floransa’dan Roma’ya doğru ilerleyen bir trendeyim. Gözlerimi aralayıp uyku cinlerini kışkışlarken bir yandan da camdan içeri süzülen turuncu ışığın güzelliğinin tadını çıkarıyorum. Bir müddet sonra ayaklanıp gerinmenin peşinden vagonların içini kaplayan kahve kokusunun kaynağına doğru yürüyorum. Kahve barındaki barmen önüme karton bardakta kahve koyuyor. Kahveden ilk yudumumu aldıktan sonra bir yolcunun gözlerini üstümde hissediyorum. Elli yaşlarında bir adam… Bedenine tam oturmuş füme rengi takım elbisesi, yuvarlak gözlükleri kır saçları ve temiz yüzüne orantılı şekilde dağılmış çizgilerle görmüş geçirmiş birine benziyor. Ona gülümseyince, ölçülü şekilde karşılık verip İngilizce; ‘‘Buyurun oturun lütfen.’’ diyerek yanındaki koltuğu gösteriyor. Klişe sorularla başlayan sohbetimiz; kahvenin büyüsü, yanından geçtiğimiz manzaraların yansıması ve adamın elindeki kitap hakkındaki tartışmamızla giderek derinleşiyor. Adamın emekli bir antropolog olduğunu öğreniyorum. Sonrasında globalizm meselesini konuşuyoruz. Mevzu, çok geçmeden dünyanın çoğu yerinden Amerika ve Avrupa’ya son sürat devam eden göçlere ve elbette Avrupa’ya kaçak geçmek isterken boğulan, açlıktan ölen ve daha onlarca trajedi yaşayan mültecilere dönüyor. İnsanların neden eşit haklara, koşullara sahip olamadığı hakkında fikirlerimizi serdediyoruz. Eskilere çok eskilere gidiyoruz. Din, ırk, mezhep, ideoloji ayrımlarından kaynaklanan savaşlara dair hararetli döngünün ortasındayken adama konuya binaen Mesnevi’den bir hikâye anlatıyorum. Şu meşhur üzüm meseli… Hani bir Türk, bir Arap ve bir Fars dilenci birlikte dileniyorlarmış. Yoldan geçen bir hayırsever üçünün önüne bir gümüş para atmış. Üç dilenci bu gümüşü bozdurup karınlarını doyurmak için soluğu manavın önünde almışlar. Heyecanla manav tezgâhındaki meyvelere bakarlarken Arap; ‘‘Adamın verdiği gümüşle ineb alalım.’’ demiş. Türk kaşlarını çatıp; ‘‘Hayır bu paraya üzüm almalıyız!’’ demiş. Fars ise; ‘‘Kesinlikle engür alacağız.’’ deyince tartışma kavgaya dönüşmüş. Üç dilenci birbirlerini fena hâlde döverken yanlarına gelen bir adam onlara neden kavga ettiklerini sormuş. Onlar da nedenini anlatmışlar. Adam bir süre düşündükten sonra gülmeye başlamış. ‘‘Behey akılsızlar! Üçünüz de aynı şeyi istiyorsunuz. Üzümün Arapçası ineb, Farsçası da engürdür.’’ demiş. Hikâyem bitince adam gülümsüyor. İnsanların konuşarak, birbirlerini anlayarak, geçmişteki elim hadiselerden ibret çıkararak adil bir paylaşımın belki sınırlı ölçüde de olsa mümkün olabileceğini konuşuyoruz. Aynı dili konuşmasak dahi merhametin, saygının, empatinin ve adaletin insanları nasıl mutlu edeceğine dair umutlarımızı paylaşıyoruz. 

Tatlı sohbetimiz trenin Roma’ya girmesiyle birlikte nihayete eriyor. Fakat taze dostum yarın kahve içip sohbete devam etmek istediğini ve bana bir şey göstermek istediğini söylüyor. Memnuniyetle kabul edip otelimin yolunu tutuyorum. Ertesi gün sabah saatlerinde sözleştiğimiz yerde buluşuyoruz. Adam bir araba kiralamış. ‘‘Haydi atla. Dün bana anlattığın hikâyenin bir başka boyutunu sana göstermek istiyorum.’’ diyor. Tereddüt ederek yanına kuruluyorum. Yaklaşık bir saat sonra Roma’nın dışındaki varoş semtlerden birine varıyoruz. Önümüzde onlarca çadır var. Adam eliyle çadırları gösterip; ‘‘Bu çadırlarda yaşayanlar ailelerini kaybeden mülteci çocuklardır.’’ diyor. Arabanın bagajından yiyecek dolu iki büyük poşet alıp çadırlara yürüyoruz. Bir süre sonra adam poşetteki pastaları çıkarıp neşeli çığlıklar içinde etrafımızı saran çocuklara dağıtmaya başlıyor. Çocuklar birçok milletten, birçok renkten… Birbirlerini ittirip kaktırıp bağırarak pastalara hücum ediyorlar. Bazıları yere düşüyor ağlıyor. Böylece iki poşet boşalıyor. Fakat üçüncü poşet açılınca yanımıza onlarca çocuk değil tek bir çocuk geliyor. Uzun boylu, ince yapılı kıvırcık saçlı Afrikalı bir çocuk… Poşeti adamın elinden alırken kibarca gülümseyip teşekkür ediyor ve usul adımlarla uzaklaşıp duvarın dibinde bekleyen arkadaşlarının yanına varıyor. Poşetteki küçük pastaları çıkarıp kendisi gibi siyahi olan çocuklara sakinlikle ikişer ikişer pay ediyor. Diğer çocukların grubunda yaşanan hercümerçten eser kalmıyor. Afrikalı çocuklar mutluluk içinde pastalarını yiyorlar. Adam gururla başını sallayıp gülümserken ona; ‘‘Bu çocuklar neden diğerleri gibi hücum edip birbirlerini ittirmek yerine böyle sakince yiyeceklerini paylaştılar?’’ diye sorunca adam kollarını kavuşturup; ‘‘İşte senin dünkü hikâyene karşılık göstermek istediğim şey buydu dostum.’’ diyor ve devam ediyor; ‘‘Yıllar evvel Afrika’da çalışan bir antropolog bir kabilenin çocuklarına bir oyun oynamayı önerir, ağacın altına koyduğu meyvelere ilk ulaşanın ödülü o meyveleri yemek olacaktır. Onlara ‘‘Haydi, şimdi ağaca doğru koşmaya başlayın! Birinci olan ödülü alacak.’’ der. O anda bütün çocuklar el ele tutuşup koşup ağacın altına beraber koşmaya başlarlar. Hep birlikte varırlar ağacın altına ve meyveleri hep beraber yemeye başlarlar. Antropolog şaşırır hâliyle. Çocukların yanına varıp neden böyle yaptıklarını sorduğunda, hepsi birden şu yanıtı verirler; bu UBUNTU’dur! Nasıl olur da diğerleri mutsuz iken birimiz o ödülü yiyebilir ki? Ve UBUNTU’nun anlamını açıklarlar bir ağızdan. Onların dilinde UBUNTU, ‘‘Ben biz olduğumuz için ben’im’’ demektir.’’ diyor. Şaşkınlıkla adamın yeşil gözlerine ve ardından önümde uzanan mülteci çadırlarındaki çocuklara bakıyorum. 

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacaktır.

YAZMAYA BAŞLAYIN VE ARAMAK İÇİN ENTER TUŞUNA BASIN