BÜYÜLÜ GERÇEKLİĞİN OYUNCUSU

  • Oğuz Şenses

Çocukluğumun en önemli spor olayı Dünya Kupası’ydı. En azından benim için böyleydi. Bu sihirli turnuvayı aklı başında ilk kez hatırladığımda takvim 1986 senesini gösteriyordu. Benim kuşağın da anımsayacağı tek kanallı döneme denk gelmişti. Maçları canlı yayınlayan TRT saat farkına ne yapabilirdi ki? Henüz 8 yaşımdaydım ve maçları canlı seyretmek için can atıyordum. Bana futbol aşkını aşılayan abimin yardımıyla geceleri maç saatinde uyanmaya çalışıyordum. Futbolcuların adlarını ve hangi kulüp takımında oynadıklarını ondan öğreniyordum. Yaşça büyük abilerimiz, ablalarımız o yılların arama motorları gibiydi. Herkesin farklı ilgi alanları vardı. O alanlara dair çok ilginç bilgilere sahip birilerini bulmak mümkündü. Son James Bond’u kimin oynayacağından tutun da Lady Diana’nın gelinlik modeline kadar geniş bir bilgi ağının ortasında geçen bir çocukluktan söz ediyorum. 

Diego Armando Maradona’yla tanışmam Meksika ‘86’ya dayanır. İtalya’nın Napoli takımında fırtınalar estirdiğini de yine abimden öğrendim. Elbette o yıllarda henüz oyun konsolları yoktu. Oyunların sokakta oynandığı devrin içinden geçiyorduk. Millî takımımız o vakitler Dünya Kupası’na gidemediği için hepimizin gönlünde iki aslan yatardı: Biri Avrupa’dan biri de Güney Amerika’dan. Ben de o yıllarda kararımı vermiştim: İtalya ve Arjantin. Diego’nun İtalyan asıllı olduğunu çok sonra öğrenecektim. İngilizlere attığı o harika golü -İngiliz futbolcuları tespih gibi dizdiği- seyretmiş şanslı çocuklardan birisiydim. Onlar futbolcuysa Diego kesinlikle ‘oyuncu’ydu. Henüz VAR (Video Assistant Referee-Video Yardımcı Hakem) yoktu. Hakem, Maradona’nın elini görememişti. Takımını o kupada finale taşımıştı. Final maçını da dört gözle bekliyordum. Diego’nun kupayı ellerinin arasında kaldırdığı gece, hiç unutmuyorum kameraman dolunayı gösteriyordu tüm dünyaya. Ben ise çocuk aklımla 4 sene sonraki İtalya ‘90’da Maradona’nın kaç yaşında olacağını hesaplıyordum: 30. Çünkü onun yaşlanmasını hiç istemiyordum. Oysa ne çabuk geçmiş seneler. 

Futbolu şiir gibi akıp gidiyordu. Borgesyen öykülerin kurgusunu yeşil sahalara taşımıştı. Napoli’de oynadığı dönemden bir takım arkadaşına -boyu posu ve oyun tarzından dolayı Gianfranco Zola’ya- Maradona’nın isminden bozarak “Mara Zola” deniyordu. Ne müthiş bir onur. Yediği tekmelere rağmen hep oyunda kaldı. Twitter’da bir kullanıcının paylaştığı görsel tam olarak bunu anlatıyordu: Futbolcuların sahaya çıktıkları tünelin sağında solunda sinemadaki süper kahramanlar 

Maradona’nın önünde saygıyla eğiliyorlardı. Bizim kuşağın rol model alacağı iki mecra vardı: Futbol ve sinema. Sinemada Superman, futbolda Maradona. Birisi o zaman anlamadığım kamera hileleriyle diğeri ise yeşil sahada gerçekten uçuyordu. Yıllar sonra Christopher Reeve, attan düşerek felç kaldı ve çocukluğumun sinema kahramanı ‘kriptonit’in etkisinden ölene kadar çıkamadı. Bu elim kazanın olduğu senelerde Diego da kendi ‘kripton’u olan maddeyle bir sınav veriyordu. Edebiyatta, sinemada anti-kahramanlara olan ilgim, merakım Maradona’yla başlıyordu. 

Dört yıl çabucak geçmiş ve İtalya 90 kapıya dayanmıştı. Kurallar, açılış maçını son şampiyonun yapması yönündeydi. Günlerden cuma ve o gün karne alacaktım. Çocuksun, cuma günü coşkusundasın, karne almışsın teşekkür belgesiyle birlikte ve o gün Arjantin’in Kamerun’la maçı var. Daha ne isteyebilirsin ki? Günüm, başladığı gibi bitmemişti. Kamerun, açılış maçında Tangocuları 1-0 yenmişti. Maradona ne yapar eder takımını finale çıkarırdı. Çıkardı da. Hele ev sahibi İtalya’yla oynadıkları yarı final maçında Marquez romanlarında karşımıza çıkacak türden bir olay gerçekleşiyor. Maç San Paolo Stadında

oynanıyor. Yani Napoli’nin maçlarını oynadığı statta. Napolili seyirciler Tangocuları destekliyor çünkü o takımın on numaralı oyuncusu Diego Armando Maradona. Napoli’ye Seri A’daki ilk şampiyonluğu kazandıran adam ve bunu iki kere yapıyor. İtalya ‘90’nın kapanışı da açılışı gibi kötü bitiyor. Sadece bir penaltıyla kupayı kaybediyorlar. Almanya, dört sene önceki finalin rövanşını almıştı. Turnuvanın en ilginç performansını Arjantin kalecisi Sergio Goycochea sergilemişti. Finale kadar 4 penaltı kurtarmıştı. Finalden önce Maradona, eğer finalde de penaltı kurtarırsa, Buenos Aires’e onun heykelini dikeceği sözünü vermişti. 

‘94 Amerika çok saçma geçiyordu ya da ben büyüyordum. Escobar’ın kendi kalesine gol atmasıyla ondan çalınan hayatı, Diego’nun başına gelenler, Baggio’nun nefesinin son penaltıya yetmemesi… Hakikatli bir büyüme deneyiminden geçiyordum. Maradona’sız Dünya Kupası olur muydu? Hem Gök Maviler hem de Tangocular kaybediyor ve ben 16 yaşımda kaybetmeyi öğreniyordum. 

Al Pacino’nun ilk ve tek Oscar kazandığı filmi, Kadın Kokusu gözümün önünde canlanıyor. Karizmatik aktör aslen İtalyan. Kült filmleriyle gençliğimize damga vurmuş. Tango sahnesini unutmak mümkün mü? “Tangonun Kralı” diye bilinen Carlos Gardel’e ait Por una Cabeza çalıyor. Bu eşsiz tangonun eşliğinde Diego Armando Maradona’nın futbolunu seyredin. Futbol topuyla ve rakip futbolcularla tango nasıl yapılırmış görün! 

 

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacaktır.

YAZMAYA BAŞLAYIN VE ARAMAK İÇİN ENTER TUŞUNA BASIN