KÜÇÜMSENMİŞ İÇTENLİK

ŞÜKRÜ ERBAŞ

“Çırpınıp İçinde Döndüğüm Dünya”da yer alan “Keder” yazısında geçer, “küçümsenmiş içtenlik.” İçinde yaşadığımız çığırından çıkmış bu zamanda, insanın keder duygusundan nasıl kaçtığının ve kederin insanı nasıl insan ettiğinin bir diyalog içinde sorgulandığı bir yazıdır. Yabancılaşmanın bir başka boyutta altının çizildiği bir yazı. Kederin savunusunun yapıldığı bir yazı. Toplum giderek insan olmanın ruhunu yitiriyor. Merhamet bir taş kayıtsızlığına dönüyor. Bencil arzularımız ve acılarımız dışında, başka hayatlarla olan tüm bağlarımız kopuyor. Sevme yetimizi ellerimizle boğuyoruz. Sığınma duygumuzdan utanıyoruz. Yalnızca çıkarımızın olduğu ilişkiler bir haz veriyor. Birisi bize yarasını gösteriyor, başımızı çeviriyoruz, gülüyoruz, yanından uzaklaşıyoruz. Biz yalnızca kederden kaçmıyoruz ki, kederin ruhumuza işlediği tüm inceliklerden kaçıyoruz. Gövdemizi de kalbimizi de küçümsemeyle hayranlığın çarmıhına gerdik. Başka bir yaşama biçimimiz kalmadı. Nasıl öğrendik, nereden öğrendik aklım almıyor; bir insanı en ince yerinden, içtenliğinden parçalamayı öğrendik. 

*

Yazdıklarımın anlaşılmasının, benim şiire yüklediğimle okurun algısının aynı olup olmadığının bende bir yanıtı olamaz. İnsanların bir metni okurken neyi ne kadar anladıklarını ölçecek bir alet yok. İyi ki de yok. Bu kaygının gerisinde biraz da okuru küçümseme refleksi olduğunu düşünüyorum. Biz neden insanların aklından, kalbinden kuşkuya düşüyoruz ki? Yüzlerce yıl Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı, Pir Sultan Abdal’ı anlayacak, sevecek ama sizi anlarsa bunda, yazdıklarınızla ilgili bir sorun olacak. Ne acı. Asıl sıkıntı, yazdıklarınızın hiçbir insana dokunmaması olmalıdır. Hiçbir insanın bir derdiyle aynı paydada buluşamıyor olmanızdır. İnsanlar yazdıklarımızı sadece bizim yüklediğimiz anlamlarla okuyorsa metinde bir sorun var demektir. Okur, okuduğunu kendi kalbiyle yazamamıştır demektir. Yazılan, edebiyat değeri kazanmamış demektir. İyi bir edebiyatçının okurun algısıyla ilgili kaygıları olamaz. 

*

Ayaküstü bir kültür içinde yaşamaya başladık. Daha önce de söyledim, hız, bir dine, bir ideolojiye dönüştü. Emek, alay konusu oldu. Sevmek koşar adım bir heyecan artık. Saygı ve incelik, aptalların yaşama değeri sayılmaya başlandı. Edebiyat da bundan payını alacak elbette. Aforizmalarla anlatacaksınız derdinizi. İnsanların vakti yok çünkü. Anlamın kapılarında kimseyi bekletmeyeceksiniz. Zaten sizin de zamanınız yok bir anlam yaratmaya. Çağımızın vebası dediğim bir “sosyal medya” var elinizin altında. Buranın kuralı da değeri de bu. Günde bir milyon şiir, şiirimsi, vecize paylaşmazsanız, akşama kalmaz unutulursunuz. Orada görünmezseniz dünyada bir hayatınız kalmaz. 

Eğer şiirle bağınızı buradan kuruyorsanız büyük geçmiş olsun. Dünya dolusu süprüntü sözle, basmakalıp duygularla, vasat bir akılla edebiyat öğrenemezsiniz, edebiyat yapamazsınız. Dağlarca, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Necatigil, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Edip Cansever, Cahit Külebi, Gülten Akın, Metin Altıok… daha nicesini okuyamazsınız, anlayamazsınız. Ben biraz muhafazakâr bir insanım; şiir, insanların hayatında kitap olarak varsa vardır. İnsan belleğini üç-beş dakikaya indiren bir ortamda şiir kalıcı olabilir mi hiç?

*

Sosyal medya! İletişimin altın çağı, öyle mi? Ne acı. Tam bir teneke çağ bu. Bilginin, saygının, inceliğin, erdemin, emeğin zerre kadar değerinin olmadığı bir bataklık orası. İletişimin iki ucu vardır. Böyle bir zifosta iletişim olabilir mi? İnsanların, söylediği sözün varacağı yerleri bir saniye düşünmediği bir yıkım yaşanıyor orada. Hiçbir bilgisinin ve fikrinin olmadığı her konuda konuşuyor herkes. Sığlığın aidiyetinden öte bir ilişki yok. Olamaz da. Bir linç kültürü gelişti toplumda. Hak arama diye düştüğünüz yol, muhataplarını ve adalet duygusunu yitirerek gelip toplumun boğazına oturuyor. Herkesin herkesten intikam aldığı korkunç bir yıkıma dönüşüyor. Avunabileceğiniz tek şey, burada bir belleğin olmaması. Söylenen bunca sözün hiçbir değerinin olmaması. Saldırmaktan başka bir dil orada soluk alamıyor, alamaz. Orada kimsenin anlam ve değer aradığına inanmıyorum. İnsanlar bir illüzyon içinde gerçeklikle tüm bağlarını koparıyor. Beni evine çağırdı diyen, hiç görmediğiniz bir müsvedde, mahkeme süreci başlayınca, zerre kadar utanmadan sizi sadece şiirlerinizden tanıdığını söyleyebiliyor. Önemi kendinden menkul gazeteci kılıklı bir başka müsvedde de buna dayanarak, sorup anlamadan adınızı yazısında geçiriyor. Siz, beş ay bir cehennemde çırpınmışsınız, sesinizi kimseye ulaştıramamışsınız, kimin umurunda! Hak arama, öyle mi? Size kolay gelmesin de, bu ülkenin onurlu insanlarına kolay gelsin! Hiçbir insan topluluğu vicdanını ve ahlakını bu kadar yitirerek yaşayamaz. Tam bir çürüme bu. 

*

Giderken evi toparlamak gerek! İki yıldan fazla bir zamandır çırpınıp durduğum bir şiir dosyam var. Azıcık demlenecek. Sonra son bir okuma yapacağım. Sanırım bu yılın sonlarına insanlara ulaşır. Bir de dergilerde yayımlanmış, yayımlanmakta olan yazılarım var; iki yıla kadar onları da toparlamak istiyorum. Uzun zamandır aklımda asılı duran bir düşüncem var; bundan sonra yazmamak! Ölümün yapacağı işi iradi olarak yapmak istiyorum. Büyük sözler etmek her zaman tehlikelidir ama becerebilirsem, yazmadan yaşamaya çalışacağım. 

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacaktır.

YAZMAYA BAŞLAYIN VE ARAMAK İÇİN ENTER TUŞUNA BASIN