Kemal Varol – Söyleşi
Röportaj: Yasemin Yıldız
Bugünlerde Kemal Varol kendini nasıl hissediyor?
Pandemi süreci yüzünden biraz yorgun, tatsız ve mutsuz hissediyorum maalesef…
En çok neye özlem duyuyorsunuz?
Evden pek nadir çıkarım. O yüzden dünyaya dair çok fazla şeyi özlemem ben. Ama pandemi sürecinde özlediğim tek şey otobüsler oldu. Ben ülkenin en uzak yerlerine dahi otobüsle giderdim eskiden. O uzun yolculukları biraz olsun dinlenebildiğim, içimi gözden geçirebileceğim, susacağım yerler olarak görürdüm. İnsan yüzlerine bakar, varsa yol arkadaşlarımdan hikâyeler dinler, en çok da uzaklara bakıp susardım. Pandemi yüzünden epeydir bunu yapamıyor olmak içimdeki özlemi arttırıyor. Zaman zaman trafikte uzun yol otobüsleriyle göz göze geldiğimde nasıl yutkunduğumu anlatamam. Dünyayı bir otobüs camından seyretmeyi çok özledim sanırım. Susmanın o en doğal hâlini özledim.
Konuşmayı seven, pek söyleşi yapan biri değilsiniz anladığım kadarıyla.
Bu söyleşi son beş yılda yaptığım üçüncü söyleşi sanırım. Elimden geldiğince susmayı seçiyorum. Söyleşiler sizden büyük sözler, pazarlama stratejilerine uygun cümleler talep ediyor ki, bunu yapmak en başta bana iyi gelmez. Bir şey söyleyeceksem, bir sözüm varsa bunları romanlara taşımak daha keyifli benim için.
İnsan kendini mi okur bir başkasını mı?
Ben kendimi sadece yazarken okurum. Kitabımı bitirdikten sonra her yazar gibi unutmayı seçerim. Asıl zevk o zaman başlar benim için. Uzun zamandır okunmayı bekleyen kitaplara gelir sıra. Bazen yeni çıkan bazen de döne döne okuduğum başucu kitaplarıma koşarım hemen. Yazmak için değil, bir şeyler öğrenmek için değil, sade, düz bir okur olarak koşarım bu kitaplara.
1990’lı yılların Öküz dergisinin arka sayfalarındaki Kemal Varol’dan roman ödülleri alan Kemal Varol’a neler değişti?
Öncesi de var aslında. İlk yazılarım ortaokul öğrencisiyken ulusal dergi ve gazetelerde çıktı. Ama Öküz dergisi benim için önemli bir deneyimdi. Okurundan yazar yaratan, merkezden ziyade taşraya da kucak açan, oradan gelen ürünleri dergi sayfalarına taşıyan önemli bir dergi deneyimiydi. Benim için çok fazla şey değişmedi galiba. Yazmak, çok küçük yaşlardan beri tek sığınağım. O zaman da şimdi de böyle. Ödüller kimyamı bozmuyor, bundan eminim sadece. Kendimi hiçbir zaman dev aynasında görmedim. Bir avuç hikâyesi olan ve bunları anlatıp gitmek isteyen biriyim sadece.
Romanlarınız için de ‘Yas Yüzükleri’nin ve Kin Divanı’nın açılımı’ türünden yorumlar var? Söyleyecekleriniz olmalı…
Bir insanın meseleleri değişmez elbette. Onu var eden meseleler olduğu gibi yerinde durur. Olsa olsa dönüşüme uğrar sizi sarmalayan bu sorunlar, biçim değiştirir. Benim hayatla alıp veremediğim meseleler bir zamanlar şiirde gösterdi kendini. Şimdi aynı sorunlar ister istemez romanda çıkıyor karşımda. Bir yanıyla bu yorumlara seviniyorum. Yazarken asla derdimden uzaklaşmadım. “Derdim sermayemdir.” dedim bir bakıma. O dertler yaşarken çok yordu beni ama yazarken yükümü aldı hep.
Trenlerle demir yollarıyla derdiniz ne? Memleket Garları, Demiryolu Öyküleri ve içinden tren geçen birçok dize…
Ben bir demiryolcu çocuğuyum. Bütün çocukluğum bir tren garının, tren raylarının büyüsüyle geçti. Babam her gün kilometrelerce yol yürüyüp tren raylarını onaran bir yol işçisiydi. Babam henüz hayattayken, hastalığının o zor günlerinde, ona bir sürpriz yapmak amacıyla hazırlamıştım o iki kitabı. Türkçe bilmediği için okuyamadı elbette. Ama sırf kapaklarındaki raylar yüzünden mutlu olduğunu gördüm. Trenler, garlar, günlük hayatta pek kullandığım bir ulaşım aracı değil maalesef. Trenler herkes için bir tür nostalji hissi alalı çok oldu. Ama yine de içimde çocukluktan kalma bir tren rayı var. Hep gitmek isteyen…
Jar, Haw gibi tek kelimelik isimlerden Âşıklar Bayramı gibi bir tamlamaya geçme muradınız neydi?
Kitap isimlerini çok önemsemiyorum doğrusunu söylemek gerekirse. Özel bir anlamı da yok benim için. Bir tür etiket. Tüm verili kimliklerimiz gibi. Bir tek Haw’ın özel bir nedeni var. Bir tür tarafsızlığını ilan etme, ne buraya ne oraya ait olduğunu yüksek sesle ilan etme amacı taşıyor oradaki isim. Diğerleri, tamamen kitabın içinden doğup kitabı özetlemeye çalışan isimler. Bir romanı okuyup bitirdikten sonra içimizde kalan o duygu durumuyla ilgiliyim. O ruh yoğunluğuyla. Adımızın içini yaşamımızla, yapıp ettiklerimizle, yapamadıklarımızla, tercihlerimizle, bu tercihleri yaşayış biçimiyle biz doldururuz. Romanların da benzer bir kaderi var.
Sahiden Hikâye derken sahiden ne düşünmüştünüz?
Sahiden Hikâye, benim tek öykü kitabım. Otobiyografik öğelerin ağır bastığı bir kitap. Hem gerçek olduğu fark edilsin hem de hikâye olduğu sanılsın istediğim için seçtiğim bir isimdi bu. Biraz da kitapta geçen bir diyalog yüzünden bu ismi seçtim. Gerçekle kurgu arasında gidip gelen bir hat var bu kitapta çünkü. Belki de hepsi gerçekti yazdıklarımın. Ama diğer yandan
kurgu olmadığı ne malum? O belirsiz hattı bırakmaktır belki de önemli olan. O yüzden bu kitabın ismi hem sahiden hikâye diye okunsun istedim, hem de gerçek hikaye diye…
Ucuna Ölüm Var dediniz. Salgın günlerinde sanki daha bir anlam kazandı bu öykü kitabının ismi… Ne dersiniz?
Ucunda Ölüm Var, bir aşk ve memleket hikâyesiydi. Ama yine de ölüme adanmış bir kitaptı. Bir ölüm hikâyesi anlatmak istedim bu romanda. Bu topraklara ait bir türlü çözülememiş politik ve insani meseleler, gücünü veya güçsüzlüğünü bu topraklardan alan bir aşk… Hatta bir yerde, “Bu topraklarda ölüm ani ve baki ama siz yine de az ölün.” demiştim. Lakin, tüm dünyayı etkileyecek böyle bir salgını öngörememiştim. Kalıcı olmadığımızı, dünyanın sahibi olmadığımızı, kimsenin sahibi olmadığımızı, hayatın ve ölümün karşısında yapayalnız olduğumuzu, doğanın hepimizde hakkı olduğunu, insanın kendisini fazla önemsediğini da öğretti bize bu salgın.
Âşıklar Bayramı, gelecek yıl Özcan Alper tarafından sinema filmi olarak çekilecek. Hikâyenizin değişmesi, başka bir boyuta taşınması korkutmuyor mu sizi?
Korkutmuyor çünkü Özcan Alper benim çok sevdiğim bir yönetmen. Tanışmadan önce onun iyi bir izleyicisiydim. Hatta Âşıklar Bayramı’nı yazarken onun Gelecek Uzun Sürer filminin yolculuk sahnelerini izledim boyuna. Âşıklar Bayramı yayımlandıktan sonra tanıştık kendisiyle. Dünyaya aynı düzlemden baktığımızı fark ettim sevinçle. Roman uyarlamaları risklidir. Bunun farkındayım. Ama senaryo sürecinde ben de görev aldım. Bütünüyle kitaba sadık kalmadık doğal olarak ama kitaptaki o duygudan uzaklaşmak da istemedik. Bunun artık bir roman değil bir sinema filmi olduğu gerçeğini kabullenmem lazımdı belki de. Güzel bir film olacağını biliyorum şimdiden.
Biraz da yeni romanınız Kara Sis’ten söz eder misiniz?
Bu romanı, Âşıklar Bayramı’yla birlikte yazdım aslında. Garip bir şekilde, bir süre birini yazıp sonra diğer romana devam ediyordum. Galiba önce hangisini yazacağım konusunda kararsızdım. İkisini de aynı kederle yazdığımı, bana iyi geldiğini anladığımda iki romanı da aynı anda bitirmeye karar verdim. Âşıklar Bayramı daha önce yayımlandı. Kara Sis, biraz daha zamanımı aldı açıkçası. Okuyanlar iki roman arasındaki bağıntıları hemen fark edeceklerdir. Örneğin, Âşıklar Bayram’ında, Yusuf ’un camdan attığı saç teli gelip Kara Sis’e konuk oluyor. Birbirinin devamı olan kitaplar yazmak istemedim hiç. Ama birbirine değen, bir tür göndermeler ağıyla birbirine bağlanan metinleri hep sevdim. Bu oyun oynama hissi beni hep mutlu etti.
Kara Sis aynı zamanda kadınların yanında duran, erkek olmayı sorun hâline getiren bir roman.
Bu romana erkeklerin kadınlara, ama en çok da kendilerine yük olan meselelerini taşımayı niyet ettim. Ama diğer yanıyla da hem her iki cins için hem de içinden geçtiğimiz bu karabasan günler için bir özgürlük ve umut şarkısı da söylemek istedim bir bakıma. Umudun tükendiği noktada bir umut ve dönüşüm hikâyesi anlatmak istedim.